29 Aralık 2010 Çarşamba

2010'da başıma gelen en kötü olaylar

Acılarımı ve sevinçlerimi yeterince blogumda paylaşıyorum zaten, tekrar tekrar aynı şeyleri yazmanın bir manası yok. İçime attığım "acılarımı" yazmam en doğrusu olacak sanırım. İşte Top 5'im:

1-Freddie Mercury'nin öldüğünün, o kadar şarkılarını dinlememe rağmen hayatta olmadığının, ne kadar uğraşsam da çabalasam da canlı olarak göremeyeceğimin, bir konserinde dahi bulunamayacağımın durup durup aklıma gelmesi. Büyük travmalara yol açtı bende.

2-Yeni aldığım John Lennon saatimle uyurken, kolumu yatağın tahtasına çarpmamla beraber her bir yanının çizilip kırıldığını sanmam, cesaret edip de ışığı yakıp bakamamam, sabaha kadar saatime yas tutup o iğrenç huzursuzlukla uyuyamam. Yaşayan bilir. Sabah baktım da bir şey yoktu allahtan.

3-Çiğ köfte indirim kuponlarımın tarihinin geçtiğini görmem :( Evlat acısı gibi koydu valla :(

4-Akşamın bilmem kaçında Ohannes'i fazla kaçırmak suretiyle rahatsızlanmak ve uğruna saatlerce başvuru sırasında beklediğim Ales'e girememek.

5-Yakışıklı tekelcinin evlenmesi. Sen benim olacaktın be adam :(

27 Aralık 2010 Pazartesi

Yapılmış en aptalca dalgınlık :(

Aylardır twitterdan Gani Müjde'yi Müjdat Gezen diye takip ediyorum, adama mentionlarımı ona göre yapıyorum :(

26 Aralık 2010 Pazar

Gelmiş geçmiş en seksi çizgi film karakteri


Lord Farquaad!

Şeytan aldı götürdü satamadan getirdi

Daha önceden de söylemiştim, doğa üstü şeylere pek inanmıyorum. İnanmamayı tercih ediyorum aslında. Çünkü götünden bile korkan bir insanım ve bu tür şeylere de iyice inanmaya başlarsam kafayı yerim artık. Septik bir şey olurum.

Evet inanmamasına inanmıyorum, lakin bizim evde tuhaf şeyler oluyor. Birileri bizle taşak geçiyor resmen. Daha önce "evdeki sidik vakası" diye bir yazı yazmıştım. Dolabın içine işenmişti. Faili hala ortaya çıkmadı. Nedenini nasılını kimse bilmiyor. Unuttuk gitti artık güya.

Şimdi de evden eşyalar kaybolmaya başladı. Mütemadiyen bir şeyler yerinden kayboluyor. Saatlerce arıyoruz, sonra belki milyon kez baktığımız yerden çıkıyor. Sanki biri götlük yapmak için alıyor, sonra da kendimizden şüphe etmemiz için yavşak bir sırıtışla aynı yere koyuyor. Başlarda "görmemişim yahu, nasıl da bakar körüz, aa ordan çıktı" falan derken, artık "hassiktir orada değildi eminim, ne boklar dönüyor bu evde aq, lan birileri dalga geçiyor kesin, 2 saniye önce yoktu orada oha oha" diyorum.

Lenslerimi, ilaçlarımı, flash belleğimi götlerine mi sokuyorlar anlamıyorum ki. Artık oyunlarınızı biliyorum görünmeyen götoşlar, akıl sağlığımızdan şüphe ettiremiyorsunuz bizi, bırakın bu oyunu en iyisi. Hayır bir de hakkaten götünüze falan sokup geri koyuyorsanız içinizden çıkmasın onlar inşallah.

24 Aralık 2010 Cuma

22 Aralık 2010 Çarşamba

Götümün Stumble'ı


Bilgisayar başında yapacak bir şey bulamadığımdan ve de artık F5 tuşunun yazısı silindiğinden Stumble'a kaydolayım, ilgilerimi işaretleyeyim bana eğlenceli şeyler bulsun, deli gibi yazılar okuyayım, ilginç resimler bulayım, süper komik testler yapayım dedim. Bir heves kaydoldum siteye ve Stumble! yapmaya başladım. Yapmaz olaydım amına koyim. Aramada "All topics" yaptığımda karşıma çıkan doğa-hayvan resmini like yaptım diye nerede hayvanlı doğalı dağlı nehirli resim varsa onları önüme koymaya başladı. Stumble yapıyorum değişsin diye, yok karlı havada aslanlar, Çin'in sikindirik bir yerindeki tarlalar, gözümün içine içene bakan korkunç maymunlar çıkarıyor inadına. Ulen dedim ağzına sıçayım, en iyisi yukarıdan belli bir topic seçeyim de onunla ilgili şeyler getirsin bu mal önüme. Seçtim bir iki tane, seviniyorum da bir yandan rockla falan ilgili ilginç yazılar gelecek diye, gele gele dünyanın en saçma rock yazıları -hatta yazı bile değil paragrafımsı 1-2 cümle- çıktı karşıma. Değiştir dedikçe birbirinden saçma rock videoları geldi. Onları okuyup izleyeceğime güzin abla okuyup lerzan mutlu programı izlerim, o derece. Hemen bok atmayayım diye sabırla başka şeyler işaretledim, birkaç kez Stumble yaptıktan sonra bu defa karşıma mini test çıktı. Eğlenceli bir şeydir belki diye birkaç tanesini işaretledim. Sorular da şöyle: "Duygusal biri misiniz? Kararlarınızı duygularınıza göre mi verirsiniz?" Testin sonucuna geliyorum: "Duygusal bir kişiliğe sahipsiniz!" Ulan salak zaten duygusal mısın diye sen sordun, bir de çok büyük bir iş çıkarmışsın gibi bulduğun sonucun sonuna ünlem koymuşsun. Gene heheylendim tabi. En sonunda komedi diye "Bir yengecin, evlenmekte olan çiftin evlenmesine karşı çıkması" adı altında salak bir karikatür göstermesiyle Stumble işine son vermeye karar verdim. Yahu ben F5'le daha mutluydum. Böyle hevesim götüme sokulmuyordu en azından.

21 Aralık 2010 Salı

Sınıf ortalamasının 30'dan fazla olmadığı, 50 almanın imkansıza yakın olduğu ve alanların da parmakla gösterildiği manyak bir hocanın sınavından, hiçbir derse girmeden 10 dakikalık bir çalışmayla 80 almışlığım var. Şimdiye kadar alınan en yüksek not olma ihtimali çok yüksek. Kimseye de söyleyemiyorum ki linç edilmek istemediğimden.. Blogumda paylaşayım da rahatlayayım bari oh.

Nazar değmesin tü tü tü.

20 Aralık 2010 Pazartesi

The Guitar



Az çok rocker sayıldığımdan filmin afişi ve adı çok ilgimi çekti, görür görmez indirip izledim. Imdb puanı düşük, ama bence gerektiği değeri alamamış. Çok beğendim filmi. Kesinlikle izlenmeli.

Film, genç bir kadının kanser olduğunu ve anca 1, en fazla 2 aylık ömrü olduğunu öğrenmesiyle başlıyor. Kötü bir ölüm, önce sesini kaybedecek daha sonra nefes alamamaya başlayacak, bu şekilde yalnız yaşadığı dairesinde ölecek. Doktorun verdiği bu haberden sonra kıdem tazminati eline tutuşturularak işten kovuluyor, bu da yetmezmiş gibi sevgilisi tarafından terk ediliyor.

Kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan Melody son iki ayını en iyi şekilde yaşamak istiyor ve var olan tüm parasıyla 2 aylığına bir residence dairesi kiralıyor. Sonra kredi kartıyla bütün evi en iyi mobilyalarla döşemeye başlıyor. Son zamanlarını rahat yaşamaya çalışıyor. Yemek yapmıyor, her gün en güzel yemeklerden eve sipariş ediyor. Belki de normalde olsa yapmayacağı ilişkilerin içinde buluyor kendini.



Ve en sonunda her gün rüyasında gördüğü çocukluk hayalini satın alıyor: Bir elektro gitar..

Filmde birden çok boyut var bana göre. İzleyiciye beğendirmeye kaygısından ziyade gerçeklik öğesi hakim. Melody öleceğini öğrendiğinde dünyayı gezmeye kalkmıyor mesela. Sadece son günlerini "kaybedecek bir şeyi olmadan" yaşamaya bakıyor. Genç kadının acısı çok iyi yansıtılmış. Gerçekten filmin içine çekiliyoruz ve "ben de böyle yapardım!" diyebiliyoruz rahatlıkla.

Film sürpriz denebilecek bir sonla bitiyor. Olabilecek en güzel sonla hatta.

19 Aralık 2010 Pazar

İnsomnia kültürümü arttırdı

Uyku problemim baş gösterdi. Günlerdir geceleri uyuyamıyorum. Onca saatlik uykusuzluğun ardından 1-2 saat bayılmışsam kendimi şanslı hissediyorum. Ruh gibi dolanıyorum ortalıkta. Diğer rahatsızlığımla birleşince Ales'e girememeye kadar gitti problem. Ama cenabetlik bende değil sanırım, ne zamanki Sweet Leaf'te kaldım, o gece kabus gördüm, ondan sonra uyuyamamaya başladım. Artık bana evde neler yedirdiyse, nasıl beddua ettiyse :p

Neyse, en azından insomnia kültürümü arttırdı. Geceleri uykusuzluktan kırılırken uyuyamadığımdan kendimi internete verdim. Çok ilginç şeyler öğrendim. Mesela,

  • Kediler üçlü yapmayı çok severmiş. Ondan bu kadar üst üste kedi videosu geziyormuş internette.
  • Domuzların orgazmı 30 dakika değil, 3 dakika sürüyormuş. Bizim erkeklere kendilerini kötü hissettirmek için götlük yapıyorlarmış.
  • Fillerin çükleri çok küçükmüş aslında. Utançlarından bacaklarının arasına alıp Discovery Channel'cılardan saklıyorlarmış.
  • Maymunlar muzları yemeyip götlerine sokuyolarmış.
  • Atların en büyük fantazisi kıyakçılarını yatağa atmakmış.
  • O ezik görünen farelerin hepsi jartiyerle yatağa giriyormuş.
  • Kedilerin dişileri çok orospuymuş.
  • Köpekler bile bile umumi yerlerde sevişiyormuş. Dakikalarca boşalmadan sevişebildiklerini gösterip bizim erkekleri ezmek istiyorlarmış.
  • Tavşanlar aslında frijitmiş.
  • Erotic Shop'ların en büyük müşterileri civcivlermiş.
Eh, tabi o saatte başka bilgiler öğrenmek pek mümkün değil. Malum, beyin pek çalışmıyor.

17 Aralık 2010 Cuma

Erkeklerim kedinin götüne girdi

Hayalimde canlandırdığım erkekler yıllardır umduğumdan hep farklı çıkıyor. İsmini duyuyorum insanların, hayallerimde Brad Pitt gibi birini canlandırıyorum ama karşıma İlyas Salman çıkıyor.

Zidane benim için bir idoldü. Hiç görmemiştim, ama başarıları, futbolu, yeteneğiyle muhteşem bir insandı. Ee, bu kadar marifetli insan kesin şöyle birine benzer diyorum ben:
Bir de gerçek Zidane'a bakalım:

Benim için büyük bir yıkım tabi.. Hele bir de Nick Cave var ki.. Nick Cave inanılmaz başarılı bir müzik adamı. Müthiş bir ses, müthiş bir yetenek.. O zamanlar adamı da hiç görmemiştim, heralde diyorum dünyanın en yakışıklı insanıdır. Upuzun boyu, masmavi gözleri sapsarı saçları vardır. Gülüşü dünyanın en güzel gülüşüdür. Muhtemelen şöyle bir şeydir:

Gerçek Nick Cave'i gördüğümde 3 gün yemek yiyemedim. Rüyalarımda bıyığını bana sürtüp duruyordu:

Kendime geldiğimde Messi yükselişteydi. Son zamanların en iyi futbolcusu deniliyordu. Doğuştan yetenekliydi, attığı çalımlar herkesin dilindeydi. Gene kendi kendime bir Messi Profili çizdim hemen:

Gerçek ile bir kez daha yıkıldım:

Kendimi kitaplara vurdum. Felsefeyle çıktım bunalımdan. Nietzsche üzerine yazılar, kitaplar okumaya başladım. Davranışları çok gıcıktı aslında, ama insanı bağlayıcı bir özelliği vardır. Böyle bir insan inanılmaz seksi olmalı, kadınlar görür görmez karşısında soyunmaya başlamalı diye düşündüm:

Oysaki gerçek yüzüme soğuk su gibi çarptı:

Ben de öğrendim tabi artık profil yakıştırması yapmamayı. Hatta bütün yetenekliler boka benziyor. Hepsinin de çükü küçük.

15 Aralık 2010 Çarşamba

Reenkarnasyon

Her ota boka inanan bir insan değilimdir. Ateistim. Öyle doğaüstü şeyler falan bana çok inandırıcı gelmez. Açıkçası o tür şeyler gerçek mi yalan mı umurumda da değildir, varsa var yani banane. Ancak ruh kelimesinin tam olarak kullanılan anlamanına değil belki ama enerji anlamında kullanımına inanırım. Reenkarnasyon ise bu enerjiyle alakalı, çok düşünmezdim var mı böyle bir şey diye. Kendi akrabam tarafından duyduğum 2 hikaye ile ilgimi çekmeye başladı. Netten araştırmaya başladım ve git gide inanmaya başladım. İnanmaya başlamamı sağlayan o 2 hikayeyi anlatayım..

Teyzemin arkadaşı İzmir'in çok ünlü avukatlarından biri. Adam sürekli tanıdıklarına boğazının alt kısmının (boynunun bedenine birleştiği yerin hemen üst kısmının) ne kadar hassas olduğunu, kendini bildi bileli orasının hep ağrıdığını, o yüzden oraya kıyafetin bile değmesinden çok rahatsız olduğunu söylüyor. Adam bir gün kötü hissetmeye başlıyor kendini, depresyon gibi bir şeye giriyor, adamın bir arkadaşı da seni Balçova'da birine götüreceğim diyor. Hipnozla uğraşan genç bir kıza gidiyorlar. Üçü bir odaya giriyorlar ve kız adamı hipnozla uyutuyor. Uyuduğu süre boyunca fransızcanın f'sini bilmeyen adam sürekli fransızca konuşuyor. Adamı bir süre sonra uyandırıyorlar ve ne gördüğünü soruyorlar. Adam kendini Fransız İhtilal'inde bulunan Fransız bir general olarak gördüğünü, bir çadırda kaldığını, ama çadıra giren bir isyancı tarafından boğazının alt kısmına saplanan bir mızrakla öldürüldüğünü gördüğünü söylüyor. Normalde boğazının -tam da o kısmının- sürekli acıdığını bilen arkadaşı adamı fransızca konuşurken de görmesinin etkisiyle inanılmaz şaşırıyor. Ama adam böyle şeylere inanan bir insan değil, gülüp geçiyor.

Bir süre sonra teyzemin bir arkadaşıyla avukat adam sevgili oluyorlar ve birlikte yaşamaya başlıyorlar. Bu sırada adam her gece rüyasında konuşmaya başlıyor, hızlı hızlı fransızca bir şeyler söylüyor ve kadının onu uyandırmasıyla kan ter içinde uyanıyor.

İkinci hikayede ise Kemeraltı'nda bakkalı olan bir adam var. Teyzemin de dükkanı bakkalın yanında hemen. Bakkaldaki adam genç bir çocuk aslında. Amerika'da okumuş, ailesi çok zengin, ama çocuk kendi bakkallarının başında duruyor. Gene Kemeraltı'nda bulunan bir kadın, oğlana seni hipnoz edeyim ben diyor ve oğlan da kabul ediyor. Oğlanı hipnoz ediyor ve oğlan kendini İngiliz bir kadın olarak görüyor. Çok ünlü bir kadın. Büyük bir şatoda yalnız yaşayıp yine yalnızlık içinde ölüyor. Oğlan uyanıyor ve bundan çok etkileniyor. Gördüğü kişi ünlü birisi olduğundan kadının ismini de biliyor. Kütüphanelerde sabahlıyor ve ansiklopedilerin birinde o kadını buluyor. Yüzü bembeyaz bir şekilde teyzeme geliyor ve ansiklopedideki kadının resmini gösteriyor. Fotoğraftaki kadın oğlanın aynısı. Teyzem şok oluyor, gözlerine inanamıyor. Oğlanın da psikolojisi altüst oluyor..

Ben bu iki hikayeden sonra reenkarnasyona inanmaya başladım. Belki çok saçma, belki olmayacak bir şey, ama yine de böyle bir şey varmış gibi geliyor bana.

14 Aralık 2010 Salı

13 Aralık 2010 Pazartesi

Dünyada iki çeşit insan vardır

Yılanların nasıl çiftleştiğini bilenler ve bunu ölesiye merak edenler..

12 Aralık 2010 Pazar

Sinir oluyorum

  • Köpek severim ama kedi sevmem diyen "hayvansever"lere sinir oluyorum.

  • Facebookta ya da herhangi bir paylaşım sitesinde hayatta sadece kendisinin sevgilisi varmış gibi davrananlara sinir oluyorum. Sevgili yapar yapmaz(!) hemen aşkım, bebeğim, hayatım, yaşama sebebim başlığı altında fotoğrafların konulmasını, iletilerinde hep onunla yaşadığı büyük aşkı(!) yazanları, ilişki durumuna yazılan cafcaflı yorumları, sevgilisine kendisiyle in a r.ship yapması için baskı yapan kişileri, ilişkisini herkesin gözüne soka soka yaşayanları çok yapmacık ve çocuk buluyorum. Ayrı ayrı sinir oluyorum hepsine.

  • "Rock müzik ne ya kuru gürültü" diyenlere, Demet Akalın, Gülben Ergen, Serdar Ortaç dinleyenlere kendi küçük dünyalarında mutlu olmalarını dileyerek kendilerine sinir olduğumu belirtmek istiyorum.

  • İnsanların acılarını küçümseyenlere sinir oluyorum. Hele hele bu yakın bir arkadaşsa iki kat sinir oluyorum.

  • "Beatles geçmişte kaldı, şarkıları da çocuk şarkıları gibi zaten. Geçerli bir grup değil artık" diyenler, siz de köpek sevip kedi sevmeyen müthiş hayvanseverler kadar iğrençsiniz. Sinir oluyorum.

  • Badem bıyıklılara sinir oluyorum.

  • South Park'ın bir bölümünü bile tam olarak seyretmemişken "bütün değerlerimize hakaret ediyor!" şeklinde eleştirip çizgi filmin kendine has eleştiri yöntemini kesinlikle görmeyenlere sinir oluyorum.

  • Bencil insanlara sinir oluyorum. Yetmezmiş gibi bencil olmadığını düşünen bencillere daha da sinir oluyorum.

  • Sevdiğimiz ve bizim için özel olan kişileri, grupları, dizileri... ayağa düşüren komançiler.. Ölün. Sinir oluyorum size.

  • Havanın deli gibi soğuk olup da kar yağmamasına sinir oluyorum.

  • Selülitlere sinir oluyorum. Kilolara kafa atasım geliyor.

  • Kitap okumayı sevmeyenlere sinir oluyorum. Hem okumayı sevmeyip hem de okumanın gereksiz olduğunu düşünenlere ise iki kat sinir oluyorum.

Hayır gayet de mutluyum şu anda, sinirli değilim, sinir olduğum bir şey de yok, neden böyle bir blog yazısı yazdım ben de bilmiyorum :)

10 Aralık 2010 Cuma

UIen bir de loto çıksa heeyt beeee

Çok şanslı bir insanımdır. Hiçbir işi ters gitmeyen, her istediği olan insanlar vardır ya, işte ben öyleyimdir. Eğer bir istediğim olmuyorsa mutlaka çok daha iyisi olur. Bilgisayar almaya giderim tam da beğendiğim modelde büyük indirim olacağını söyler satıcı; param biter, anında bir yerden para gelir bana, sırtım yere gelmez; bir şeye ihtiyacım olur, o sırada birisi bana onu sürpriz hediye olarak alır; bir şey almak üzere evden çıkarım, istediğim şey %50 indirime girmiştir mutlaka. Olaylar ya da gelecek hakkında çok düşünmemeye çalışırım, çünkü ne de olsa önüme çok iyi fırsatlar çıkar. Arkadaşlarım aylarca iş arar, ben internetten bir bakayım derim, başvururum, ertesi gün işe başla derler. Staj aradığımın ertesi günü beni bir yerden ararlar acil stajer elemana ihtiyacımız var diye. Bir tek lotoda falan iyi değilim. Bir de o konuda kendimi geliştirsem heeyt bee tutmayın beni :)

9 Aralık 2010 Perşembe

Aha da buraya yazıyorum

Her başladığım işi yarım bırakmak gibi saçma sapan bir huyum ortaya çıktı. Kursları yarım bıraktım, yetmedi günlük işlerimi yarım bırakmaya başladım, daha da ilerledi ve en çok keyif aldığım şeylerden biri olan kitapları yarım bırakmaya başladım. Birkaç ayda bir anca 1 kitap bitirebiliyorum, gerisini kitabın başlarında şak diye bir kenara fırlatıyorum. Daha da ilerlerse tuvaleti falan yarıda bırakacağım sanırım. Yarından itibaren bu huyumu düzelteceğim ama, aha buraya da yazıyorum. Düzeltemezsem de kız kurusu olayım hayatım boyunca. Böyle başkalarının çocuklarına falan bakayım yalnız yalnız koca kıçımla evimde otururken. Vallahi de böyle olayım, billahi de böyle olayım.

6 Aralık 2010 Pazartesi

Geç kalınmış bir yazı: Harry Potter and the Deathly Hallows Part 1

Korka korka ilk gösterimin ilk gününe bilet aldım kendime. Malum 1., 2. film ve 3. filmin sonları hariç Harry Potter filmleri tam bir hayal kırıklığı. Kitaplar uzadıkça kesilmekten, ne olduğu anlaşılamayan sahnelerin uc uca birleştirilmelerinden dolayı bu filme de beklentim oldukça düşük olarak gittim. 2 parçaya bölmelerinden dolayı azıcık umutluyum, iyi olabilir az da olsa diyordum, ancak film benim beklentilerimi ezip geçerek çok üst sıralara çıktı. Film gerçekten güzel. Kitapla neredeyse aynı ve beni tatmin etti tamamen.

Diğer filmlerden farklı olarak filmin havasını çok ama çok iyi ayarlamışlar. O boğucu havayı buram buram soluyabiliyor insan. Öncelikle artık Harry’i koruyacak bir Dumbledore yok ortada. Kendi işlerini kendileri halletmek zorunda kalıyorlar. Bakanlık ele geçirilmiş durumda ve neredeyse herkes onlara karşı. Kaçmak zorundalar ama tabiki de kaçmanın da başlı başına zorlukları var. Yemek yok, çadırda ısınamıyorlar, hortkulukla gergin sinirler birleşince kavgalar başlıyor, bu arada hortkulukların nasıl yok edeceklerini bulmalılar.. Filmde bu gerginlik seyirciye başarıyla yansıtılmış. Seyirci kendini o boğucu havanın içinde hissediyor Ron da diğer filmlerde mutlu mesut esprili ve komik bir kişilikken bu filmde gerginliği en çok yaşayan ve yaşatan insan. Bu kısmı da çok başarılı.. Bunun dışında en sevindiğim olay çok çok az yerinin kesilmiş olması. Film tam olarak oturmuş bir film diyebilirim. Ancak Lilly’nin mektubunu bulmamalarına şaşırdım. Snape’in mektubu okuyup gözyaşlarına boğulduğu sahneyi direk olarak son kısma mı ekleyecekler bilemedim. Kılkuyruk da birazcık olsun pişmanlık duydu diye öldürülmüştü kitapta. Filme onu yansıtmamışlar.

Tabi eklenen sahneler de vardı. Mesela Hermione’nin annesine ve babasına kendini unutturma sahnesi çok başarılıydı. Kitapta sadece ufak bir söylem olarak geçiyordu. Çok güzel düşünülmüş.

Bakanlıktaki sahneler ise mükemmeldi. Filmde biçim değiştirmeden kendileri oynarlar sahnelerde diye düşünmüştüm, çünkü başkalarının oynaması seyirci açısından riskli bir iş. Ancak bunu da tam olarak yerine getirmişler, ne çok uzatılmış ne de kırpılıp kısacık olmuş. İksiri içip büründükleri kimliklerle kendileri çok iyi bütünleştirilmiş.

Dediğim o ki bu defa bu işi gerçekten başarmışlar. Part 2’nin de bu kadar, hatta daha da güzel olmasını bekliyorum. Ve de mümkünse 3. filmden itibaren (son kısmı hariç) tekrar çeksinler, hatta ve hatta 2’şer parça yapsınlar.

5 Aralık 2010 Pazar

All you need is love!

İnsanın tek ihtiyacı olan şey aşktır aslında. Odur insanı güzelleştiren, onu mutlu eden, yaşama sevinci veren. İstediği kadar sorunu olsun, bir aşk yeter sorunlarına sünger çekmeye, gözünü kör etmeye, dünyayı toz pembe görmeye. Başka türlü olur insan; duyarlı, hassas, sevgi veren, kibar davranan.. Ayrı bir güzelleşir aşık olan. Gözleri parıldar, kendine bakar, mutluluğunu herkese haykırmak ister. Çevresini güzelleştirir, herkes mutlu olsun ister. Beatles çok haklı, dünyayı ancak aşık olarak düzeltebiliriz. Tek ihtiyacımız olan bir aşk..
"Dünyayı güzellik kurtaracak bir insanı sevmekle başlayacak her şey"

All you need is love! Kelimelerinden çok daha fazla anlam içeren söz.. İşte ilerde yaptıracağım dövme..

3 Aralık 2010 Cuma

Dövmem ellerinizden öper

Dünden bu yana dövmeli bir insanım artık oliiyy =)

30 Kasım 2010 Salı

İlginç bir anım

16 yaşındaydım aşkı ilk defa tattığımda. Ya da aşk değildi aşık olduğumu sanmıştım bilmiyorum. Yine bildiğim bir şey var ki gözüm ondan başkasını görmüyordu. Aynı ingilizce kursuna gidiyorduk, yanımda oturuyordu. Her tenefüs konuşmaya çalışıyorum, muhabbet açma çabalarındayım, eve gidiyorum sayfalarca günlük yazıyorum onu ne kadar sevdiğime dair. Aşk naraları atıp duruyorum. Çocuğu da görseniz sümük gibi bir şey. Kanca burnu var, bıyıkları yeni çıkmış ama almamış o derece. Nesini sevdiysem.. Neyse ben böyle ortada bi bok yokken aşk sarhoşu dolaşıyorum etrafta. Kurs da bitmek üzere bu sırada. Ben yusuf yusufum tabi. Çocuğu bir daha göremeyeceğim.. Telefonunu aldım kurs sınavı bahanesine, sonra da aşkımı ilan etmeye karar verdim. Bütün cesaretimi toplayıp çocuğa telefondan söyledim, seni seviyorum da şöyle de böyle de bilmem ne.. Çocuk cevap bile vermedi. Ben günlerce kıvrandım durdum, mesaj attım en sonunda. Ona da cevap vermedi. Aradım, aradım diye telefonunu kapattı. Ben gurursuz aşık modundayım bu sırada tabi. En sonunda tekrar aradım ve yüzüme telefonu kapatınca inanılmaz öfke doldum. Telefondan atsam olmuyor, bir yol bulmam lazım. Ha bu arada da kurs bitti diye tören düzenlediler ve çocukla yüzyüze gelmek zorunda kaldık. Selam bile vermedik tabi birbirimize. Yetmezmiş gibi ne olduysa sahnede bir anda yanyana kaldık ve yerel gazeteciler şak diye resmimizi çekiverdiler. Gazeteye onla yanyana çıktık bir de.. Rezalet.. Neyse ben devam edeyim; ingilizce kursu kadınlar gününde herkese mail atmıştı ve bir de baktım ki ona da atmışlar. Daha doğrusu onun soy adında birine atmışlar, ama onun soy adında başka biri yok kursta. Tuhaf bir mail adresi. Ben dedim en iyisi mail döşeyeyim, sonuna da A.Ü yazıp bu işi bitireyim. Neyse ben bi giriştim mailde buna.. "Ya seni ayılar mı büyüttü.." diye girdim lafa. Demediğim şey kalmadı. Öküzsün, ayısın, ayıp be falan.. İnanılmaz rahatladım. Aradan yıllar geçti, ben üniversiteye başladım. Öyle boş boş otururken Cd'lerimi ayıklayayım dedim. Ayıkladım ayıkladım ayıkladım.. Sonunda bir Cd kabının üzerine yazılmış bir mail adresi buldum. O çocuğa mail attığım adres; ....ozcan@deu.edu.tr

Ben maili babasına atmışım, babası da bizim okulda dekan şu anda. O zamanlar anlamadığım o garip mail 9 Eylül universitesinin mail adresiymiş. Allah benim belamı versin.

26 Kasım 2010 Cuma

Bir antidepresan hayatı değiştirebilir

Anti depresan kullanıyorum bir süredir. Sinir problemim vardı, öfke krizlerine giriyordum ortada elle tutulur bir neden olmaksızın. En son saçma sapan bir şeyden anneme kızıp benim için yaptığı browniyi ezdiğimden, kek pofuduk olduğundan ezdiğim yerler yükseldikçe de daha da sinirlenip yumruklayarak dümdüz ettiğimden dolayı acil doktora gittim ve ilaç tedavime başladım. İlaçlar inanılmaz iyi geldi bana. Hayatım değişti bir anda resmen. Hatta şöyle sıralayabilirim:

1-Sinirlenmiyorum artık çoğu şeye. Sinir yok stres yok oooh.

2-İnsanları bıçaklama hayalleri kurmuyorum.

3-İnsanlara karşı olan takıntım sona erdi. Sinirimi boşaltamadığımdan aptal aptal şeylere takmaya başlamıştım. Birinin yürümesine, diğerinin yemek yemesine, ötekinin konuşmasına.. Bu bitti sonunda rahatladım.

4-Evliliğe yeniden sıcak bakmaya başladım. Bir adamın ayak kokusunu uzun yıllar çekmeyi göze alıyorum evet.

5-Annemle hiç anlaşmadığımız kadar iyi anlaşıyoruz. İlk kez gerçek anlamda anne-kız olduk. Müthiş bir paylaşım içerisindeyiz. Sevinçten dokunsam ağlayacak kadın.

6-Eskisi gibi babamın kucağına oturuyorum yine durduk yere. Çok seviniyor garibim :)

7-İnanç olaylarını eskisi kadar düşünmüyorum. S.kime kadar deyip geçiyorum.

8-Otobüste bile bile üstüme gelip ittirenlerin, ayağıma basanların götüne çantamı sokmaya çalışma işlemini yapmak aklımdan geçmiyor artık.

9-Sinirlendiğimde makul davranabiliyorum. Tarzanlaşıp pencere camlarını indirmiyorum, kapı baca tekmelemiyorum. Medeni insan gibi davranıyorum.

Kısacası anti depresan iyidir, doktor verdiyse mutlaka bir nedeni vardır. Kullanın, kullanmayanları uyarın.

6 Kasım 2010 Cumartesi

Mimlendim yine ben

İlnevya tarafından mimlendim. Mimlenince nedense sevindim, konusunu görünce daha da sevindim. İlnevya'ya kitap okutmaya çalışırken böyle bir mimle gelmesi onun kitaplarla çok iyi anlaşacağına dair inancımı arttırdı :) Aferin İlnevya :Pp Bu arada muhabbetini özledim :) :Pp Evet mime geçiyorum artık.

Mim Konusu: Kitaplığınızın karşısına geçin. Gözlerinizi kapatın. Derin bir nefes alın. Elinizi kitapların üzerinde gezdirin ve birini seçin.
Şimdi gözlerinizi açın. Bir kitap seçmiş durumdasınız. O kitabı satın aldığınız ya da hediye gelmişte olabilir anı hatırlamaya çalışın. İlk kez okuduğunuzda neler düşünmüştünüz, hatırlayın.
Şimdi sayfaları şöyle hızlıca bir dolanın ki, kitabın kokusu burnunuza gelsin. Evet, ne güzel bir koku bu!
55. sayfayı bulun. Sayfayı tekrar okuyun. Sayfadan bir paragraf seçin ve mim konusu olarak bunu blogunuza yazın. Daha sonra siz de arkadaşlarınızdan üç tanesine cevaplaması için gönderin.

Öncelikle bir itirafım var. Gözlerimi kapatıp açtığımda seçtiğim kitap pek de hoşuma giden bir tanesi değildi. O yüzden bunu 2. kez yapmak durumunda kaldım :)

Mim kurallarıyla denk gelen kitap: Uğultulu Tepeler
Ah ne severim bu kitabı. Eskimiş püskümüş, dağılmış kitap yapraklarını bantlayıp bantlayıp okumuştum. Bir yaz günü, İstanbul'da, asma katta koltuğa uzanmışım, dışarıda havuza atlayanların seslerini duyuyorum; ama hayır kitap çok güzel. Onu bitirmeliyim önce. Hindley, Catherine, Heatcliff.. Ne kadar etkilemişti satırlar beni. Daha dün gibi hatırlıyorum kitabı okuduğum 2 günü. Sarı bukleleriyle sallanan sandalyeden kalkarak sevimsiz bir ifadeyle şarap veren Cathy'i hayal edişim, bir atla yolculuk yapamayacak kadar hastalıklı o çocuğu gözümde canlandırışım.. Her detayı, beni etkileyen her detayı hatırlıyorum. Geçen kitap fuarında öteki dağılmış durumda diye yenisini aldım. O kadar saygıyı hak ediyordu çünkü.

Kitabın 55. sayfasını açtım ve o zaman da yüreğimi burkan bir kısımla karşılaştım:

Bütün gün aklına gelen her kötülüğü yaptıktan sonra bazı geceler kendini bağışlatmak için uysal bir tavırla sokulurdu. İhtiyar adam o zaman:

-Yo, Cathy derdi, seni sevemem sen ağabeyinden de betersin. Haydi yavrum, git dua et de Tanrı seni bağışlasın. Galiba annenle ben seni dünyaya getirdiğimize pişman olacağız.

İlk zamanlar bu sözler kızcağızı ağlatırdı ama devamlı olarak horlanınca buna alıştı, umursamaz hale geldi, hatta ondan suçları için üzüldüğünü söylemesini, özür dilemesini istediğim zamanlarda buna gülüyordu.

4 Kasım 2010 Perşembe

Dear Mr. Jesus


Çocukların üzülmesine dayanamıyorum. Hayatta bu kadar dayanıksız olduğum tek şey belki de. Onların acı çekmesi, dövülmesi, sevgisiz kalması içimi parçalıyor. İlerde bu yüzden evlat edinmek, en kötü ihtimalle bir çocuğun koruyucu ailesi olmak istiyorum. Birkaç yıl öncesinde internette gezerken ailesi ya da başkaları tarafından dövülerek, taciz edilerek öldürülen çocukların videosunu buldum. Gösterilen bütün çocukların hayat hikayelerini araştırdım ve tüylerim diken diken oldu. Ben burda rahat içinde yaşarken, annem babam üzerime titrerken, küçücük çocuklar ne zorluklar içerisindeydi! Kendi aileleri ve çevredekiler tarafından acımasızca her türlü işkenceye maruz kalıp öldürülüyorlardı. Ve sonra öldürülmüş küçücük bir kızın resminin altındaki yazıyı gördüm: "Why doesn't her life matter?".. Evet, neden onun hayatı hiç önemli değilmiş gibi elinden alınmıştı? Neden en ufak bir günahı olmayan çocuk öldürülene dövülmüştü? Ya da bir başkası neden babası tarafından silahla vurulmuştu? İşte bunlar benim tanrı inancımı zaman içerisinde öldürdü. İyiler yerine hep kötüler kazanıyor. Hayatınızdan şikayet ettiğinizde, şımardığınızda lütfen bu videoyu izleyin. Birkaç dakika olsun o çocukları görün, halinize şükredin ve daha da önemlisi onlar için bir şeyler yapın. Uzaktan üzülmekle olmuyor bu işler malesef. Bu videoyu izlediğimde ya da bi yerde paylaştığımda biraz olsun vicdanımı rahatlatıyorum. Çünkü bu olanlar hepimizin ayıbı. İnsanlığın ayıbı. Yeri, yurdu, milliyeti fark etmez. Onlar sadece çocuk..

23 Ekim 2010 Cumartesi

Bir albüm olsaydın hangisi olurdun?

Tam 2 gün düşündüm bu sorunun cevabını. Sweet Leaf sordu bunu. İlk olarak aklıma Queen'in (Freddie Mercury'nin) son albümü "Innuendo" geldi. Innuendo şarkısıyla başlayıp Freddie Mercury'nin ölmeden önce "Benden sonra da şov devam etmeli" diyen The Show Must Go On ile biten albüm.. Bir albüm olsaydım kesinlikle bu albüm olmayı canı gönülden isterdim. Lakin bu albümü kendimle hiç özleştiremiyorum. Özleştirmem Freddie Mercury'ye inanılmaz bir hakaret olur. O öldükten sonra şov devam edemedi çünkü. Rock müziğin ruhu ortasından koptu. Ben öldükten sonra her şey olduğu gibi devam edecek. Hayır; kesinlikle bu albüm olabilecek mertebeye ulaşamam.

Sonra The Beatles geldi aklıma. Help! albümünü düşündüm. Grubun daha tam emin olmasam da en sevdiğim albümü sanırım. Yesterday'iyle, Act naturally'siyle ve aslında acıklı sözleri olup da neşeli bir melodiye sahip olan (ki bunda da Sweet Leaf açtı gözümü) Help!'iyle.. Benim gibi duygusal anlamda dengesiz biri için birebir aslında, ama hayır. Bu albüm de tam olarak beni yansıtmıyor.

İlginçtir, hayatımda beni en çok etkileyen grup olan Red Hot Chili Peppers en son geldi aklıma. Kendilerinin en oturaklı albümü olan "Californication"la daha deli dolu olan "By The Way" albümü arasında gidip geldim. Ben melankolik ve duygusal olduğum kadar enerjik de bir insanımdır. Deli doluyumdur. O yüzden kendimle en çok eşleştirdiğim albüm By The Way, ama bu grup içinden olmak istediğim albüm ise Californication kesinlikle.

27 Eylül 2010 Pazartesi

Fuck my life

Hayatınızın iğrenç olduğunu mu düşünüyorsunuz? O zaman bir de buradan yakın :) Hayatlarının berbat olduğunu düşünenler için için özel bir site kurulmuş: Fuck My Life. İnsanlar birkaç cümleyle başlarına gelen FML dedirten talihsiz olayları yazmış. Okudukça "Ben de kendiminkine kötü demiştim" diye moraliniz düzelebilir ya da "yalnız değilmişim oleey" diye sevinebilirsiniz. Birkaç örnek vermem gerekirse:

**Today, my husband dropped me off at work. Ten minutes later I got a text saying "I just dropped the b*tch off I'll be there in a few baby, miss you". I asked him about it he said "I don't know what you're talking about Megan". My name isn't Megan. Not even close. FML

**Today, I saw an elderly man fall in a crosswalk, so I jumped off my bike to help. As I helped him across, the light turned green. I then watched across a 6 lane street as someone stole my bike. FML

**Today, I texted my college boyfriend to tell him how terrible I felt about cheating. He replied saying he was so relieved because he had been cheating on me with a girl in his dorm. I was talking about my math exam. FML

Ben bayıldım bu siteye. Size de tavsiye ederim :)

www.fmylife.com

26 Eylül 2010 Pazar

Pislik gibi davranıyorum bazen

Çok yakınlarımın işleri bile bile halletmiyorum falan. Çomak sokasım geliyor yapacaklarına. Her şey bana bağlı bile olsa; o şeye, nesneye, işin olmasına çok ihtiyaçları bile olsa kılımı kıpırdatmıyorum. Vicdan azabı çekiyorum sonradan allahtan. Çok sık olan bir şey değil bir de. Öyle avunuyorum ben de. Pislik halimi gizlemeye çalışıyorum.

23 Eylül 2010 Perşembe

Herkes bildiği işi yapacak arkadaş

3 gündür bacağımdan sakat bir haldeyim. Ağrıdan topallayarak yürüyorum, merdiven inip çıkamıyorum, eğilemiyorum, metroda asansörü kullanıyorum, çok ayakta duramıyorum (ama buna rağmen akşama beriye gidiyorum o ayrı) vs vs. Bu iş de kendimi dünya şampiyonu sporcu sanmamdan başıma geldi. Dansı, yani folklörü ve tangoyu bıraktığımdan beri vücudum lömbür lömbür bir halde. Dünyalar dolusu kilo aldım bir de üstüne ameliyattır miskinliktir derken. Normalde incecik fit olan ben, godzillayla yarışma evresine gelmiştim. Durum böyle olunca artık sabahları spor yapayım da insana döneyim dedim. Demez olaydım tabi. Herkes bildiği işi yapacak arkadaş! Geçtim bilgisayarın karşısına internetten bir video açtım, ısındım odada falan, sonra başladım o kaslı adamın gösterdiği hareketleri yapmaya. Dakikalar sadece 3buçuğu gösteriyordu ki ben çöktüğüm yerden kalkamadım, kaskatı kesildim öyle. Hasssssktrmınakoyiiimmm derken kendimi yatağa attım. 3gündür de bu haldeyim işte. Bugün de lanet olsun bok biliyorum sanki spor yapmasını dedim ve kendimi bu işte bilgili ve tecrübelilerin kollarına bırakayım diyerekten spor salonuna gidip konuştum. Bir daha da her boka atlamayacağım bana ders olsun bu.
Not: Bu kadar bira ve mojito üzerine imla yanlışı yapmamışım. Heyt beee :) :pp

20 Eylül 2010 Pazartesi

Bu dünyada ölmesi gereken son insanlardan biriydin Freddie Mercury

Sana ölesiye saygı duymakla beraber tapıyorum.

17 Eylül 2010 Cuma

Stajım bitti

1 aydır süregelen stajım bu akşam itibariyle bitti. Her gün 6'da kalkıp 7 buçukta işte olup bütün gün çalışıp yorgun argın akşam 7 buçukta evde olmaya alışık olmayan biri olarak başta epeyce zorlandım. Ama sevdiğim şeylere çabuk bağlanma huyum vardır benim. İşi yorucu olsa da sevdim. Bana işi öğretenleri sevdim. Çok iyi davrandılar, çok yardımcı oldular sağolsunlar. Öyle böyle derken geçmiş bir ay. Hiç tatil yapmadım ben bu yaz bir de, son hafta "bitsin de azıcık dinleneyim" diyordum, lakin son gün içimi nasıl bir hüzün kapladı nasıl.. Dediğim gibi bir şeyi, bir yeri, bir insanı seversem, hemencecik bağlanırım. Birden alışkanlık haline gelir, parçam olur sanki. Bundan dolayı da bugün işte bayağı bayağı hüzünlendim. Hele veda edip öpüşürken gözlerim dolacaktı nerdeyse. Gören de sevgilimden ayrılıyorum sanır. Böyle garip bir insanoğluyum ben de napayım. Üzüldüm ama yine de beee :(

15 Eylül 2010 Çarşamba

Göt uçuklatma sanatı

Dün akşam saat 10 gibi eve dönüyordum. Eve giderken karanlık yolda saçma sapan şeyler geldi aklıma. Yok halüsinasyonlardır bilmem ne. Sonra ailemi katledilmiş buluyormuşum birden eve girdiğimde falan demeye başladım. Sonra salaklama Aybü kendine gel dedim ama o göt uçuklaması geçmedi bende. Kendi uydurduğum şeye inandım resmen. Apartmanın önüne geldim, baktım ışıklar kapalı. Herhalde karşı apartmanda misafirlikteler, ben direk arayayım, eğer ordalarsa eve çıkmam oraya geçerim diye düşündüm. Annemi aradım telefonu cevap vermedi. Zili çaldım evde kimse yok. Her zamanki gibi annem çantasının derinliklerinde telefonu bulamadı herhalde dedim, babamı aradım. Babam meşgule attı telefonu, benim içimde bir şeyler dalgalanmaya başladı. Hassiktir dedim yoksa düşündüğüm şey oluyor mu. Babam arayacak birazdan, kızım anneni kaybettik diyecek. Ben deliriyorum apartmanın önünde bu sırada. Telaşlanmayı bırakın direk ölüp ölüp dirilmeye başladım. Babam aradı sonunda, ben dışardayım annen evdeydi dedi. Demesiyle benim kalbim sıkıştı zaten. Kesin herifin biri girdi içeri annemi kıtır kıtır doğradı diyorum. Hemen yukarı çıktım, kapıyı çaldım önce ama açan olmadı. Kapıya anahtarı soktum ellerim titreye titreye, kapı kilitliydi. Annemin boğazını kestilerse içerde nasıl kilitli kapı, katil anlaşılmasın diye bir de kapıyı üzerine mi kilitledi yoksa, şerefsiz herif öldürcem lan seni diyerekten kilidi açtım. İçeri kapkaranlık. Giremiyorum içeri cesetle karşılaşacağım diye. Dedim son bir kez annemin telini arayayım. Evin içinden geldi telefon sesi. Çantası da salondaydı. Ama kapı dıştan kilitli. Demek ki kabusların gerçek oluyor Aybü kızım, anneni öldürdüler içerde, kadın boğazı kesik kanlar içerisinde yatıyor. İyi bir evlat da olamadın yan şimdi salaklıklarına, hayatın boyunca bu pişmanlık içinde yaşa, beter ol diyorum. Ben hala inanmak istemiyorum tabi buna, bir hışım karşı komşunun kapısını çaldım annem sizde mi diye, yok dediler. Karşı apartmanı aradım, yok dediler. Aybü dedim derin nefes al ve dal içeri çabuk. Belki son nefesinde kurtarabilirsin kadını içerdeyse. Belki de kaçırdılar, o zaman da hemen polisi ararsın. Daldım içeri göreceğim manzarayı düşünerek bacaklarımın titremesine engel olamayarak. Yatak odasına gittim. Yatakta annemi gördüm ama kafasının üstünde yastık var. Hassiktir boğarak öldürmüşler dedim. Korkudan ve üzüntüden ölüyorum ama. Annee annee diye bağıra bağıra sarsa sarsa uyandırmaya çalışıyorum kadını ama uyanmıyor. Annenin cesediyle karşılaşmak da varmış kaderinde Aybü derken aniden bir ses: "Bir uyutmadın yaa. Ne?!"

:)

Şu hayatta ne para, ne sevgili, ne başarı, ne hırs önemli. Ailen ve güvenebileceğin birkaç arkadaşın, dostun olsun yeter. Ağlayabileceğin bir omuz, her daim arkanda olan insanlar dünyanın bütün servetine bedel.

4 Eylül 2010 Cumartesi

Aman sabahlar olmasın

Günlerdir gündüzleri bulamadığım mutluluğu geceleri buluyorum. Başlıktan ilk akla gelen gibi akşam sevişmeleri falan değil ama. Daha safçası. Bir rüyalar görmeye başlamışım ki of of offf. Teee ne zamandır saçma salak rüyalar, gereksiz insanlar, katiller matiller görüyordum, son günlerde de tam tersi. Matthew Macfayden rüyalarımı süslüyor. Bütün gece maceradan maceraya koşuyoruz, müthiş kavuşma sahneleri yaşıyoruz. İlk gördüğüm rüyada mesela bu belediyenin otobüs şöförüymüş, sırf beni bulmak için taaa İngiltereler'den buralara gelmişmiş, beni bulsun diye de otobüs şöförü olmuşmuş. Böyle ben bunu görünce allak bullak oluyordum birden. Oturup konuşuyorduk, çok çekingendi bu. Sonra bir sarılıyorduk ki.. Hayatımın sonuna kadar onunla o şekilde kalabilirim dedim. Geçenlerde de 1700lü yıllardaydık bunun filmdeki hali gibi. Ben içeri giriyordum birden, bu böyle bana bakıyordu "2.yi de çektik hayatım, nerelerdesin? 3. filmi senle çekmek istiyorum. Özledim seni çok. Seni seviyorum, çok fazla seviyorum.." diyordu. Gene öyle sıkı sıkı sarılıyorduk ki dünyalar benim oluyordu.

Böyle bir hayal aleminde yaşıyorum anlayacağınız. Ah ulen Matthew gelsen bulsan beni ne güzel olur. Hayatının aşkı, çocuklarının anası olurum vallahi :)

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Abi ben yaşlanmamalıyım ya

Ya yaşlanmamı engelleyecek bir iksir bulunmalı ya da yaşlanmadan ölmeliyim. Bu hal nedir ya?! Erkek desen değil, kadın desen hiç değil. İnsanoğluna böyle bir kötülük yapamam, yok olmaz yani..


22 Temmuz 2010 Perşembe

Bugün 22 Temmuz 2010.
Bugün çok lanetli bir gün.
Bugün 1. ölüm yıldönümüm olabilirdi.
Bugün iç kanama geçirmemin 1. yılı.
Bugün onunla ilk buluşmamızın yıldönümü.
Bugün onun hiçbir şey hak etmediğini bir kez daha anladığım gün.
Bugün geçmişe perde çekmeye başladığım gün.
Ve..
Bugün yeni yaşamımın ilk günü..

8 Temmuz 2010 Perşembe

Bugün benim doğum günüm

Tam buraya doğum günümde bana yapılan süprizi yazacaktım kii.. Yazamıyorum şu anda. Aşk acısıyla boğuşuyorum da sabahtan beri. Boş geçsin bir başlık da..

22 Haziran 2010 Salı

Ağzına sıçtım senin 9 eylül :D

11 dersimin 11'ini de iyi notlarla vererek kendi çapımda ortalama yapmama olanak vermek istememesine rağmen bunu başararak dokuz eylülün ağzına sıçtığımı beyan eder, artık beni yenmeye çalışmaktan vazgeçmesini saygılarımla arz ederim. İmza: Aybü

19 Haziran 2010 Cumartesi

True Blood


Vampirleri severim. Vampir kitaplarını ve dizilerini buldukça takip etmeye çalışırım. Liseyi Angel'a aşık olarak, Spike tarafından ısırılmak isteyerek geçirdim. Şimdiki favori dizim ise True Blood. Sadece vampir dizilerinden değil, diğer yapımlardan da kolayca sıyrılan bir dizi. Daha doğrusu kitaptan uyarlama bir dizi. Asıl olarak kitap serisi. Geçen sene tavsiye üzerine okudum ilk kitabını ve çok beğendim. Sonra dizisinin de çekildiğini öğrendim. Hemen izlemeye başladım. 2 sezon 2 günde su gibi bitti. Diğer vampir dizilerinden, kitaplarından çok farklı bi özellik üzerine inşa edilmiş: Gerçeklik. Twilight gibi aşk hikayesi içine eklenmiş bir avuç güleryüzlü vampirin hikayesi değil. Ya da Angel'daki gibi devletin ve insanların, vampirlerin varlığından tamamen birhaber olarak yaşamaya devam etmesi değil. Bu seride vampirler insanların arasına karışıyor ve birlikte yaşamayı öğrenmeye başlıyorlar. Vampirlerin de insanlarla aynı haklara sahip olması gündemde, buna karşı çıkanlar, destekleyenler.. Gerçekten de vampir diye bir tür olsa olacaklar açık bir şekilde gösteriliyor. Anlatılan her şey gerçekmiş gibi oluyor insan. Vampirler diğer kitaplardaki, yapımlardaki gibi kolaycana dövülebilen, öldürülebilen, şen şakrak yaratıklar değiller. Onların da yasal düzenleri var, kanalizasyonda yaşamaya zorlanan ezik tipler değiller. Kadınların dertleri bir gece de olsa onlarla seks yapmak, onlar tarafından ısırılmak. Lise hayatım boyunca Spike tarafından ısırılmak isteyen biri olarak o kadar gerçekçi geldi ki bana.. Ve aynı şekilde diğer dizilerde gösterildiği gibi hayatlarına sadece hayvan kanıyla falan devam etmiyorlar, öldürmeden insanlardan ve de geliştirilmiş yapay kandan besleniyorlar. İşte burası da çok çok iyi bir düşünce olmuş bence. Zaten vampirler insanlardan kat kat güçlü, neden hayatlarının sonuna kadar tatmin olamadıkları kanla beslenmek zorunda hissetsinler ki kendilerini, hele ki vicdanları insanlarınki gibi değilse?


1. sezonu 2.'den daha başarılı ve gerçekçi bulsam da kesinlikle 2. de izlenmeye değer. Bu aralar 3. sezon yeni başladı. Henüz ilk bölümü yayınlandı. Bu tarz dizileri sevmeyenleri bile sevdirebilen bir yapıt. Üstelik dizisi kitaptan birebir uyarlama olduğu için sezonlar 12 bölüm ve uzatılmışlık hissi vermiyor. Çok sert bir dizi var karşımızda. Cinsellik sahneleri olsun, ısırma sahneleri olsun, kanlı sahneler olsun her şey açık açık gösteriliyor. True Blood türünün en güzel örneği bence. Kaçırmamanızı tavsiye ederim.

Not: Başrol oyuncuları Anna Paquin ve Stephen Moyer gerçek hayatta da birlikteymiş. Çok mutluyum :)

Bu da dizinin introsu:

TRUE BLOOD from Tiago Ribeiro on Vimeo.

13 Haziran 2010 Pazar

Yoruldum..

Yoruldum. Çevremdeki kimsenin beni anlamamasından yoruldum. Arkadaşlarımın arasında arkadaşsızlıktan yoruldum. Ailemin arasında ailesizlikten yoruldum. İnsanlarla bir araya gelmekten yoruldum, gelmemekten de yoruldum. Sürekli bir şeyler için reddedilmekten yoruldum. İstenmemekten yoruldum. Sevilmemekten yoruldum. İnsanlar için değişmeyi bile göze almışken bunların görülmemesinden yoruldum. Kırılmaktan yoruldum. Okuldan yoruldum. Geleceği düşünmekten yoruldum. Yapamamaktan yoruldum. Duygusal olmaktan yoruldum. Kimseyle paylaşamamaktan yoruldum. Devam edememekten yoruldum. Aciz hissetmekten yoruldum. Başaramamaktan yoruldum. Geriye düşmekten yoruldum. Düşünülmemekten yoruldum. Birinin özeli olmamaktan yoruldum. Mutsuz olmaktan yoruldum. Ağlayıp gözyaşlarımı saklamaktan yoruldum. Kimsenin önceliklerinde olmamaktan yoruldum. İnsanların balık hafızalı olmasından yoruldum. Empatisizlikten yoruldum. Herkesin çok bilmesinden yoruldum. Beklemekten yoruldum. Özlemekten yoruldum. Özlenmemekten yoruldum. Şarkı dinlemekten bile yoruldum. Sevdiğim şeyleri yapmaktan yoruldum. Hayata karşı nefret dolu olmaktan yoruldum. Burada yaşamaktan yoruldum. Kafaya takmaktan yoruldum. Konuşamamaktan yoruldum. Yoruldum yoruldum yoruldum..

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Koyun Dolly'i klonlayanlar bana da bir el atıverin

Biliyorum bu dünyada 2. bir Aybüke olması düşüncesi bile insanın tüylerini diken diken ediyor ama başka çarem kalmadı. Finallerim haftaya başlıyor ve ben çalışamıyorum. Sınavlarda hattrick yapacak bir klona ihtiyacım var. Bu uğurda kendimi bilimin kollarına atmaya hazırım. Etik bulunmadığı için insan klonlaması yapılmadığından direkt olarak bilim uğruna her şeyi yapabilecek iş etiğinden yoksun bilim adamlarına sesleniyorum: Gelin bana da bir el atıverin yahu.

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Bir gün boka bastım, hayatım değişti


Hayatımın yolda yürürken bastığım bok yığını tarafından sonsuza dek değişmesini istiyorum. İyi yönde tabiki de. Sid gibi "kahretşin! Boka baştım!" diyeyim, hassiktir olayım ama başıma çok iyi bir şey gelsin o bok sayesinde. Mesela boka basayım, sonra sinirle onu temizlemeye çalışırken yanımda salakça oynayan veledi ezmek üzere tam gaz gelen arabayı fark edeyim ve çocuğu çektiğim gibi salise farkıyla kurtarayım. Çocuk da o sırada bizim özkanlar pazarını gezmeye gelen ABD başkanının çocuğu olsun. Beni kahraman ilan etsin başkan, gel desin ülkeme istediğin gibi. Al bu 10 milyon dolar da senin tepe tepe kullan. Bizi Beyazsaray'a ziyarete gel hanım kremalı tarçınlı çörek yapsın. Yok ben tarçın yemem hayatta dediğimde bile ısrar etsin, kırmayayım ben de gideyim başkanın özel uçağıyla. Desin dünya ahiret bacımsın, her isteğini yerine getirmek benim boynumun borcudur. Oh yes olayım ben de.

Gerçi bu kadar abartılı bir şey olmasına da gerek yok. Mesela boka basayım gene, hassiktir falan derken yapışkan bok sayesinde bir bozuk paranın ayakkabımın altına yapıştığını göreyim. Iyy iğrenç triplerindeyken bozuk paranın tuhaf olduğunu görüp saklayayım. Tabii temizledikten sonra. Öyle boklu boklu koymam cebime hayatta. Neyse.. Oturayım bir kaldırım taşına, parayı inceleyeyim. Sonra birden paranın ilginç bir şekilde parladığını göreyim. İnsanlar fark etmesin diye anında avcumun içine alayım sıkıca. Tabi özkanlar pazarı kalabalık, insanlara ucube gibi görünmek istemiyorum. Uzaklaşayım oradan ve sakin sessiz parka gideyim. Oturduğum bankın arkasındaki çalılar oynasın ve bir uzaylı çıksın ordan. Kardeş desin bizim parayı bulmuşsun, arkadaş pazarda gezerken düşürmüş kendininkini, çıkamıyor gemiye. Biz bunla ışınlanıyoruz. Salak kaldı dımdızlak şimdi. Sen de bulmuşsun saklamışsın, sağol var ol. Vereyim ben de parayı geri. Bunlar da ödül olarak gemilerini gezdirsinler bana. Bana da bir tane paradan versinler, ne zaman istersen gel bak mutlaka bir çayımızı iç desinler. Ben de boş zamanlarımda uzayda gezmeye gideyim. Parayla oraya buraya ışınlanayım, başta 515 olmak üzere otobüs derdinden kurtulayım.

Yahu çok mu şey istiyorum allah aşkına?

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Hayalim..


Üçyol metrosu merdivenlerinden sevgi kelebeği ifadesiyle, yüksek sesle Penny Lane söyleyerek, insanların gözünün içine bakıp onlara söyleyerek, şarkının ritmine göre yavaş ve de hızlı bir şekilde çıkmak.. Hatta bir anda insanların bana katılması ve aşırı mutlu bir ifade ve hissiyatla, müthiş bir hafiflik duygusuyla merdivenlerden çıkmamız..

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Gereksiz bir yazı, okumayın, değmez...

Keşke içimdekileri tam olarak dışarı aktarabilseydim, düşündüklerimi ve hissettiklerimi kusa kusa rahatlayabilseydim. Olmuyor, olmuyor.. Her şey içimde patlayarak büyümeye alışmış sanki, çıkmıyor dışarı. Yaşlandırıyor beni, hayatı bana zindan ediyor. Zehir gibi damarlarımla vücuduma yayılıyor. Bitmiyor ama asla.. Gün geçtikçe büyüyor. Daha da boğazımı sıkıyor, nefes almamı engelliyor..

Bit allahın cezası bit. Gereken buysa değiştir beni. Başka bir insan olayım. Azcık olumlu ve strese dayanıklı olayım. Ya da sadece "paylaşabilen" biri olayım. Düğüm noktası da bu sanırım. Fazla kendime saklıyorum her şeyi. Hıdrellezmiş bugün. Dilek tut diyorlar. İyi o zaman bir dileğim de bu olsun. Tek ya da en büyük dileğim bu olsun diyemem, çünkü hayatımdaki çoğu şey benden daha önemli. Sikik okul bile. Belki de diğer düğüm noktası budur; hayatımdaki öncelikleri oturtamamam..

Bir nevi Nietzsche'lik oldu yaptığım. Kendini tanımak olayları falan. Yok yok bence benim geceleri beynim yerinde olmuyor. Salakladım iyice. Bitsin burda bu salak yazı da.

30 Nisan 2010 Cuma

Amacımı buldum oley!

Karamsarlığın yanında insanı mutsuz yapan şey amaçsızlıkmış. Karamsarlığım duruyor hala, lakin amacımı buldum artık. İçimde bir mutluluk, bir yaşama sevinci.. Kusa kusa, uzata uzata okuduğum bölümümden sonra yapmak istediğim şeyi buldum. Daha doğrusu bu sevmediğim bölümde yapmaktan hoşlandığım şeyi buldum. Artık benim de bir amacım var, beni de çalışmaya şevk eden bir şey var oley!

11 ders var ya..

..insanın ağzına sıçıyomuş. Ben bunu bilir bunu konuşurum bundan böyle.

27 Nisan 2010 Salı

Benim de bir şikayetim var!

İnsanların bir şeyler isteyip de bunun için hiç çaba göstermemesine anlam veremiyorum. Anlam verememenin ötesinde, bunu istediğini her yerde ve her ortamda yüksek sesle dile getirip kesinlikle bir hareket yapmayışı beni sinir ediyor. Hele herkesin her şeyden şikayetçi olmasına rağmen düzeltmek için hiçbir çaba göstermeyişi yok mu! Bu genel olarak Türk milletinin bir sorunu mu yoksa insanlığın sorunu mu çok merak ediyorum.

Gördüğüm öğrencilerin, gençlerin %95'inin aklında yurt dışı var, oralara gitmek istiyorlar, çok istiyorlar, hatta gitmek için her şeyi yapabilirler dediklerine göre ama nedense gidemiyorlar. Neden diye sorduğumda genelde aynı cevaplarla karşılaşıyorum: "Nasıl gideyim?" "Çok para lazım ona bende o kadar para yok" "Nasıl gidileceğini bilmiyorum ki".

Herkes hazıra konmak istiyor, başkası onun için uğraşsın istiyor, gökten zembille kafasına gitme yollarının yüklenmesini bekliyor. Biraz araştırsa, okusa aslında o kadar para gerekmediğini, gidebilmesi için o kadar çok ve kolayın yolun olduğunu görecek. Ama parmaklarını kıpırdatmıyorlar kendi arzuları için bile.

Başka bir yönden bakalım bu duruma. Ülkedeki bir dolu şeyden herkes şikayetçi. Yönetimden, iktidardan, yönetim biçiminden, fakir insanların oluşundan, sokakta kalan çocuklardan vs vs.. Tamam madem bu sorunlar var, bunlardan şikayetçisin ve bunları çözmesi gereken kişiler çözmüyor, o zaman sen neden bir şeyler yapmayı denemiyorsun? Hep bir şeylerin düzelmesi isteniyor ama kimse kılını kıpırdatmıyor!

Haklarının savunulmadığından mı şikayetçisin? O zaman "burası Türkiye" deme, peşini bırakma işin. Sonuna kadar git.

Fakirlerden mi şikayetçisin? O zaman neden sen bir şeyler yapmıyorsun? Bu işlerle uğraşan bir dolu dernek var, onlara katıl, yardımda bulun, yeter ki oturma salonunda.

Aç çocuklardan mı şikayetçisin? O zaman en azından birini sen himayene al, hala ülkede bir şeyler yapmaya çalışan siteler, vakıflar var. Birine başvur. Uzaktan üzülmekle olmuyor bu işler.

Öğretimden mi şikayetçisin? Okuldaki mercilerin peşini bırakma, kene gibi yapış gerekirse. Bıktırana kadar, kusturana kadar söyle isteklerini. Sen memnun gibi davranıyorsan onların kabahati ne?

Her konuda biraz bilinçlensek, ısrarcı olsak, hayallerimizin peşinden gitsek, bir şeyler için çaba göstersek herkes daha mutlu olmaz mı?

24 Nisan 2010 Cumartesi

Kitap fuarı rocks


15. İzmir Kitap Fuarı benim gibi bir kitap delisi için ne güzel bir etkinliktir öyle, nasıl müthiştir, nasıl muhteşemdir, nasıl güzeldir, nasıl tadından yenmez.. Dün ayaklarım kopuncaya kadar gezdim, karınca misali ağırlığımın bilmem kaç katı ağırlığındaki kitap torbalarını taşıdım, bütün paramı kitaplara yatırıp geldim. Yahu parasızlık arasında harcama yapmak bu kadar mı mutlu eder bir insanı. Mest oldum mest. O çocuk kitapları bile çok güzel görünüyor insanın gözüne. Arkadaşla kendimize alasımız geldi valla. Hatta ben aldım kendime olmasa da :) Öyle simli mimli, çiçekli böcekli şeylere dayanamıyorum.

Yalnız bir şey fark ettim, ne zamanki çok yürümen gerekiyor, hah işte o zaman en mükemmel ayakkabın, şimdiye kadar asla ayağını vurmamış ayakkabın deli gibi vurmaya başlıyor ayağını. Kitapların yanına bir de "ayakkabısı vuranlar için kullan-at ayakkabı" standı yapsalardı, eminim standın sahibi bugün bir villa yaptırıyor olurdu.

Neyse, yarın fuarın son günü. Gitmeyenler üşenmeyi bırakıp kıçlarını kaldırıp gitmeli kesinlikle.

23 Nisan 2010 Cuma

Felsefe ve 2 tavsiye kitap

Lise sondaki dersimizde tanıştım ilk kez felsefeyle. Sayısalımdır ben, sözel sevmem. Bu dersi de sevmeyeceğimden emindim. Çok ilginç de bir hocamız vardı Ayda diye. Normalde son derece sevecen ve muhabbeti iyi biri olmasına rağmen derste aşırı disiplindiydi. Buna rağmen hocayı da çok sevdim dersi de.

Felsefe çok ilginç bir dal. İnsanın beyin kıvrımlarını açan ve düşünmeye teşvik eden nadide şeylerden bence. Belli bir yaştan sonra çengel bulmaca, su doku falan tavsiye ediyorlar ya insanlara, yalan onlar yani. Felsefi bir kitap, bir yazı okusunlar yeter. Hem düşünme yetileri gelişecek unutkanlıktan kurtulacaklar, hem de müthiş bir dünyanın kapısından içeri girecekler.

Felsefe nedir la pff diyenlere tavsiyem "Sophie'nin Dünyası" kitabıdır. Felsefenin temel taşlarını anlatan ve başka boyutları açan bir kitap. Angel dizisinde başka boyut kapılarıdır cehennem kapılarıdır, bilmem kaçıncı boyutlar falan açıyorlar ya, heh aynen öyle işte. Her şeyi başka türlü düşünmeye başlıyorsunuz. Sorgulamanız daha bir farklı oluyor. "Oha ya ben bunu hiç düşünmemiştim, ne kadar da yüzeysel yaşıyomuşum be ayıp bana" diyor insan.

Hayatım boyunca onlarca felsefi kitap okudum araştırdım, aha 60-70-80 küsür kitabın içinden en sevdiklerim şunlardır diyemeyeceğim; çünkü o kadar felsefik bir insan olamadım henüz. Ama benim de favorilerim var tabi. Felsefeye yeni başlayanlar için değil de, daha önceden adım atmış olanlar için Platon'un (diğer bir adıyla Eflatun'un) "Devlet"'ini şiddetle tavsiye ediyorum. Okuduğum en güzel kitaplardandır kendisi. Zamanın düşünürlerinin, Platon'un öncülüğündeki felsefi sohbetlerine tanık oluyoruz.

Çok biliyormuş gibi önermek istediğim diğer kitap ise "Profesör Caritat'ın Şaşırtıcı Aydınlanması". Bir zamanlar benim gibi "sosyal devlet dışında nasıl biçimler olabilirmiş acaba" diyenlere süper gelen bir kitap. Demeyenler de sever gerçi. Bunu da şiddetle tavsiye ediyorum. Hafif bir dili var. Roman tadında. Felsefe sevenler okumalı diye düşünüyorum.

Evet bu bir kitap tanıtma blogu değil; gerçi benim niyetim de kitap tanıtmak değildi; lakin felsefe konusuna girince bir iki tavsiye vermeden de duramıyorum. 1 kişinin bile ilgisini çekip okumasını sağlasam, felsefeye bir giriş yapmasını sağlasam, felsefeyi sevdirsem kardır. Felsefenin "hayat felsefen nedir" sorusundan ibaret olmadığını göstersem bana yeter.

19 Nisan 2010 Pazartesi

Hayatımı değiştiren yıl: 2007

Benim hayatımı, düşüncelerimi, amacımı, hedeflerimi, hayata bakış açımı ve herbir şeyimi değiştiren yıl 2007'dir. Hatta 2007 yazıdır. Beni şimdiki ben yapan yazdır. Ömrümde hiç yaşamadığım şeyleri yaşatan, duymadığım heyecanları duydurtan, ömrümdeki en güzel anıları yaşamamı sağlayan, her sabah ayrı bir ülkede kahvaltı yapmamı sağlayan yazdır. Portekiz gezisi için uzun uzun düşünme seansları sonucu yaz okuluna gitmekten vazgeçmek ömrümde verdiğim en doğru karardı. Yaptığım en doğru şey, belki de tek doğru şeydi. "İyi ki" dediğim en güzel şeysin sen 2007 yazı. İyi ki yaşamışım seni.

İşte dinlerinize inanmama sebeplerimden biri


















Sizin inandığınız din mutlaka en iyisi, en doğrusu değil mi? Oysa asıl önemli olan şeyin "insan" olduğunu anlasanız..

The TV Theme Medley



Her gün birkaç kez izliyorum mutlaka. Muhteşem olmuş. Benim için bu çocukla yapacağınız her türlü çöpçatanlık hareketleri kabul edilir :)

Not: Sınavları olanlar izlemesin videoyu, zira bütün gün dilinize dolanıyor şarkılar. Sınavın ortasında "I'm no supermaan" diye şarkı söylediğinizi fark edebilirsiniz benim gibi.

18 Nisan 2010 Pazar

Geç gelen 1 nisan yazısı

Hayatım boyunca 1 nisanda deli bir şakanın kurbanı olmak istemişimdir; lakin bu hiç olmadı. Şaka yapmayı çok seven bir insanım. Öyle böyle değil ama. Çok ciddi vakalarım olmuştur bu konuda. Çevremde kimse bana güvenmez o yüzden. Biri özelden bile aransa direkt olarak benim yaptığım düşünülür. İnsanın adı çıkacağına canı çıksın misali işte. Küçüklüğümden beri insanları kandırmayı ve şaşırtmayı seviyorum. Aklım hep böyle cin şeylere çalışır. Daha 3 yaşındayken anneme şaka yapmak adı altında evdeki bütün yastıkları buzdolabına doldururdum. Sonra da çığlık ata ata gülüp "şaka yaptıııım" derdim. Hayır bunun neresi şakaysa :D Çocuk aklı işte. İşin özü sözü, ben küçüklüğümden beri böyleyim. Ama sadece yapmayı sevmiyorum, böyle şeylerin bana yapılması da çok hoşuma gidiyor. Böyle deli gibi şaka yapsınlar bana, kandırsınlar deli gibi, taşak falan geçsinler, 1 nisanda öyle şeyler yapsınlar ki beddua ve küfürü aynı anda edeyim, sonra deli gibi gülelim. Ama olmuyor yahu! Yok yani yapmıyorlar bana hiçbir şey. Tek böyle cin fikirli ben miyim yahu? Youtube'da falan böyle videolar görünce çok kıskanıyorum, ben de istiyorum moduna giriyorum. Bir de kamera şakasına yakalanma arzum vardır ki o daha bir şans işi, daha bir zor tabi. Ulen arkadaşlarım, dostlarım, kardeşlerim; neden kandırmazsınız beni? Neden şaka yapmazsınız yahu? Bari 1 nisanda falan yapın be. Şaka istiyorum, gülmek istiyorum ben aaaaaa!

17 Nisan 2010 Cumartesi

Alkol alımı sonucu duygu dökülmesi

Pff son günlerde sinirlerim çok bozuk, herkesi bıçaklayasım geliyor. Ama öyle böyle değil yani. Bildiğin sinirlerim bozuk, ota boka öfke krizi geçiriyorum, ağlıyorum; geceleri uyuyamıyorum, uyuduğum bir iki saatte de kabus görüyorum ve o iğrenç huzursuzlukla uyanıyorum. Son 3 haftada çok şey yaşadım, öncelikle sevgilimden ayrıldım ki göstermemeye çalışsam da hala acısını çekiyorum. Sınavlara odaklanıp aklıma getirmemeye çalışsam da kolay değil tabi. E tam ayrıldığımız zamanın ertesi haftası sınavlarım başlıyordu ve yetmezmiş gibi benim sikik olaylarım ve tembelliğim yüzümden tam 11 sınava girmem gerekiyordu. Çok stresli günler geçirdim, yetmezmiş gibi ödevler, 11 dersin üzerine olacak sınavlar iyice zıvanadan çıkmama neden oldu. Sınavlarım dün bitti, ama gram rahatlamadım açıkçası. Kütüphaneye gidip it gibi ödev araştırması yaptım saatlerce. Demin de onla bunla kavga ettim. Bir de birkaç biranın üzerine ayrılık acısını hissettim üzerimde; günlerce aklıma getirmemeye çalıştığım, hissetmiyormuş gibi davrandığım bir şeydi bu. Kötü oldum. Özledim. Ama biliyorum ki bu da geçecek. Daha düzgünleri karşıma çıkacak, bana çok değer verecek. Bu sırada tabi dersleri aşırı kafama takıyorum. Ciddi anlamda bunalıma giriyorum. Herkesi bıçaklayasımın geldiği asıl sebep de bu sanırım. Ayrılık da tamam üzerine tuz biber de, dersleri asıl takıyorum ben kafama. Kötü bir durumdayım tabi, kolay değil. Bu arada okul bitince yapmam gerekenleri ve yapamayacağım şeyleri, reddedileceğim yerleri düşünüyorum. Ona iyice sinir oluyorum zaten. Hay amına koyayım ya. Geçen ciddi anlamda birine dalıyordum. Hatta bıçağım olsa bıçaklayacaktım. Durumum o derece ciddi. Biraz kafamı dinlendirmeye ihtiyacım var sanırım. Sakinleşmem lazım, sinir bozukluğumun geçmesi lazım. Ama pek mümkün görünmüyor bunlardan hiçbiri, yeni sınavlarım, ödevlerim, yetiştirmem gereken şeyler, girmem gereken dersler.. Herkesi bıçaklayasım var amına koyayım.

13 Nisan 2010 Salı

İngiliz aksanı sevgili

İngiliz aksanının mükemmelliğinin farkına vardığımdan beri İngiliz bir sevgilim olsun istiyorum. O müthiş aksanıyla konuşsun yeter bana. O tok yuvarlayan sesiyle "oolraydt my daalin, may sıvithaat, ay lov yu" desin dursun. Sırf bu aksan ve süper ses tonu yüzünden bir İngilize aşık olup evlenebilirim. Hatta aşık olmadan bile evlenebilirim. Sesini falan kaydederim böyle, bütün gün dinlerim o yokken. Telefon açarım zırt pırt. O heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatırken onu dinliyormuş gibi yapıp boş boş sesini, aksanını dinlerim. Hakkaten bir tane İngiliz sevgili istiyorum ben yahu. İngiltere'ye sırf bu yüzden bir kez daha mı gitsem ne yapsam? Tutsam birinin kolundan getirsem, Cüneyt Arkın misali zorla "konuş uleeyyn" desem? Off yaa ben İngiliz sevgili istiyorum. Hatta direk İngiliz aksanı sevgili istiyorum. Ö ö diye konuşup duralım, bana da öğretsin işin inceliklerini.

"Av go e nöğt". Aksan sevgili oh yeah (L)

4 Nisan 2010 Pazar

İngiltere kazanımlarım

İngiltere'nin bana kazandırdıkları 8 çift ayakkabı + 1 çift parmak arası terlik ve 7 adet kitap oldu.

30 Mart 2010 Salı

Gripin - Daha Gençsin



Söylenecek bir şey yok. Hıçkırtan cinsten..

23 Mart 2010 Salı

Paranoyaklık sınırı

Bazen fazlasıyla mistik bir insan oluyorum. Baktığım fallar kelimesi kelimesine çıkıyor, içime doğan saçma salak şeyler aniden oluyor falan. Artık öyle ürpertici bir noktaya ulaştı ki yaptığım gerzek bir paranoyaklık mı, ciddiye almam gereken bir şey mi bilemiyorum.

22 Temmuz 2009 akşamı ciddi bir iç kanama geçirdim, ölümden döndüm. Bu olaydan çok değil, birkaç hafta önce böyle bir şeyi sezmiştim. Birden bir hissiyat, gözüme gelen bir görüntü ya da kendim kurduğum bir hayal.. Tam olarak emin değilim. Ama şunu açık bir şekilde hatırlıyorum: Bir yaz akşamı sıcağında fazla tanımadığım bir erkeğin yanındayken aniden karnıma müthiş bir ağrı giriyor ve kan kusarak yere yığılıyorum. Acilen hastaneye kaldırılıyorum, durumum ciddi. Kurtaramayabiliriz diyorlar. Alelacele girdiğim ameliyat iyi geçiyor ve kurtuluyorum. O gün yanımda bulunan erkekle yakınlaşıyoruz ve sevgili oluyoruz.

Bunun aynısı başıma geldi. Sadece kustuğum şey kan değildi. Onun haricinde kelimesi kelimesine böyle oldu. Bu kadarına da yuh ama ya. Nereden biliyon, nereden içine doğdu yahu? Manyak mısın sen, böyle şey bilinir mi hiç. Bu kadarına da pes doğrusu ama değil mi.

Tırsmadım; aksine eğlenceli olduğunu düşündüm aynısının başıma gelmesinin. Lakin şu anda o kadar da eğlenceli gelmiyor bana, çünkü bu defa da öğlen vakti evde yalnızken kapıyı kilitlemediğim için eve birinin girdiğini ve beni odamdaki duvara yaslayıp bıçakladığını düşünüyorum. Tamamen saçmalığımın farkındayım ama hassiktir ya olursa diye de düşünmüyor değilim. Mistiklik değil ama bu yahu. İyice salak psikopat paranoyak bir şey oldum ben.

Eğer bir yakınınız bir deli arıyoruz Manisa'ya kapatmak için var mı bildiğin biri falan derse hiç çekinmeden beni gösterebilirsiniz. Seve seve gelirim.

Facebook rezillikleri AHAHAHAHAHA







21 Mart 2010 Pazar

En sevdiğim ingilizce cümle

If she could have done one thing to make absolutely sure that every single person in this school will read your interview, it was banning it!

vay..

Rüya

Dün gece rüyamda blogumu gördüm. İngiltere'yi özledim başlıklı kısa bir yazı yazmıştım. Eh, zamanı gelmiş bir şeyler yazmanın, ne zamandır blogumu pek yalnız bırakmışım. Özlemişiz birbirimizi anlaşılan, rüyalarıma falan giriyor artık ahah :)

9 Şubat 2010 Salı

Şans Kalemim


Az önce müjdemi aldım, ortalamam tutmuş. Üniversitenin ilk yıllarında çalışmadığım kadar çalıştım falan evet. Ama bu başarının asıl mimarı ben değilim. Bu kadar çalışmam yetmeyecekti muhtemelen o olmasaydı. O şey, ucunda koca bir kurbağa olan yeşil bir kurşun kalem. Benim şans kalemim olur kendisi. Hayatımda sadece bir kez gördüğüm çok şeker bir kız tarafından verilmişti. Hatta verirken de "Aaa geçen hafta doğum günün müydü? ben kutlamadım ya çok ayıp oldu :( Dur sana bir hediye vereyim. Bu kalem bana şans getirecekti güya, ama getirmedi. Umarım sana getirir" dedi.

Küçüklüğümden beri bana şans getiren bir eşyam olsun istemişimdir hep. Yoldan taş toplayıp "bu da benim şans taşım olsun, bana hep şans getirsin" demişliğim vardır sanki bu işler böyle yürüyormuş gibi :) Tabi şans getirmeyince hayal kırıklığına uğramalar falan... Bu kez öyle olmadı ama. Bana şans getirmesi için bir kalem verildi ve ciddi anlamda şans getirdi.

Denemek adına ilk kez yaz okulunda kullandım, iç kanama geçirdikten sonra girdiğim sınavda. Günlerce hastanede yatmış bir insan olarak bir şey çalışamamıştım doğru düzgün ve sınava da büyük bir ağrıyla girecektim. Artık umutsuzluktan bir deneyeyim dedim. Sınavım iğrenç geçti diyerek çıktım ve birkaç gün sonra da yüksek bir not aldığımı öğrendim. O an kalemin şansına inandım ve bu dönem boyunca sınava o kalemle girdim. Kötü geçen sınavlarımın hepsinden beklediğimden çok daha yüksek aldım. Ciddi anlamda bunun benim çalışmamla falan alakası yok. Tamamen salladıklarımın tutmasıyla alakalı. Yıllardır sınavlarda yanımda olmayan şans benim yanımdaydı.

Ne eşek gibi çalışmak, ne sabahlamak ne başka bir şey. Ortalamamın tutması sadece ve sadece kalemimim eseri. Yani CinnamonCherrynin :)

28 Ocak 2010 Perşembe

Mim'den gelen 7 tuhaflık

İlk mimimi aldım Sweetie Leaf'ten. 7 tuhaf özelliğimi yazmam gerekiyormuş. Eh, ben de tuhaf bir insan olduğumdan çok zor olmasa gerek diyeceğim de insanın kendisi hakkında bir şeyler yazması zor sanırım. Ya allah başlayayım madem.

1-Çok üşengeç bir insanım. Ama öyle böyle değil. Ablam yıllardır bir gün tuvalete gitmeye üşenmekten patlayacağımı söyler. Ameliyatımdan sondayla uyandığımda çok mutlu olmuştum, nereye takıldığını saymazsak tabi.

2-Küçüklüğümden beri saçma sapan hayallerim vardır. Küçükken en çok istediğim şey sakat kalıp tekerlekli sandalyeyle yaşamaktı. Bunun çok eğlenceli olacağını düşünürdüm. Bir de depremde evimizin yıkılmasıyla çadırda yaşama hayalim vardı ki o konuya hiç girmeyeyim bile.

3-Aşırı yemek seçen bir insanım. Bir yemeğin içinde pişmiş soğan, maydonoz, biber, havuç ve kabuklu domates varsa asla yemem. Iyy bir tuhaf oldum hatta. Bunun yanında yumurta, peynir, kabuklu patlıcan, enginar, fasulye ve fasulyemsiler, kereviz, pırasa, özellikle otlu börekler, yoğurtlu çorbalar, kek, pasta, kurabiye, börek vs. vs. ve bunlar gibi aklıma gelmeyen bir sürü şeyi yemem, sevmem. E bunların dışında ne kaldı zaten diyeceksiniz, bok kaldı bir. Onunla idare ediyorum ben de.

4-Aşırı duygusal bir insanım. Böyle iğrenç salya sümük kızlar vardır ya, heh işte ben onlardanım. Dışardan ne kadar sert, takmayan, eğlenceli, neşeli görünsem de müthiş bir melankoli barındırıyorum içimde. "Acaba?" diye olmayan şeylere günlerce ağlamışlığım, "hissediyorum aq hissediyorum kesin öyle olacak" diye üzüntüden kalp sıkışması itibariyle kalp krizi geçirdiğimi sanmışlığım, sokakta gördüğüm köpeğe bakıp "yazık yaa bunun da bir annesi var, baksana şimdi çocuğu sokaklarda aç aç dolaşıyor. Görse nasıl da üzülür. Yazık ikisine de yaa" diye ağlamaya başlamışlığım vardır.

5-Dünyanın öteki ucuna gitmeye üşenmeyen ben, Bornova'dan Buca'ya gitmeye aşırı üşeniyorum.

6-Bazı konularda fazla açık sözlüyümdür. Ailenin erkek çocuğu gibiyim böyle. Utanmam, sıkılmam, vurulma korkum yoktur. "Oğlun olsaydı bunlara müsade edecektin kesin alla alla. Banane ohh bana da aynı muameleyi göstereceksin beni hiiiçç ilgilendirmez" modundayımdır.

7-Kendi kendime konuşmayı çok seviyorum. Hatta başkalarıyla konuşmaktan daha çok hoşuma gidiyor. Rahatlıyorum, olaylara farklı bir yönden bakmaya başlıyorum birine içimi dökmüşüm gibi. Olayın ilk heyecanıyla kendime durumu başkasına anlatıyormuş gibi anlattıktan sonra daha sağlıklı düşünebiliyorum.

Zormuş lan hakkaten kendinle ilgili bir şey yazmak. Bildiğin zorlandım. Ben de bu yazımda CinnamonCherry'i mimliyorum. Kolay gelsin şekerim :)

17 Ocak 2010 Pazar

Eric Cartman sevgisi


Gelmiş geçmiş en pislik baş kahraman Eric Cartman olsa gerek. Henüz 9 yaşında, en büyük kahramanı Hitler ve en sevdiği şey insanlarla dalga geçmek. Pisliğin önde gideni yani. Herkes ondan nefret ediyor.

Böylesi bir çocuk karakter hiç görülmemişti televizyon ekranında. Yolda soyulmuş ve dövülmüş birini görünce kalan parasını alıp bir tane de tekme savuran bir çocuk, bulduğu Leprikon'a elindeki bıçağı göstererek "altınları vermezsen yavaş ve acılı bir ölüm olacak" diyen bir çocuk. Çocuk mizacının tam tersi yaratılmış bir çocuk karakter Eric. Çok ütopik, ama bir o kadar da gerçekçi öğeleri içinde barındıran bir karakter kendisi. Leprikon'a bunu diyen biri ama aynı zamanda clyde frog'uyla oynayan, diş perisine inanan bir çocuk. İşte bu öğeler, Cartman'ı çocuk yapan öğeler, işte bu öğeler Cartman'ı sevmemi sağlayan öğeler. Ne kadar acımasız, pislik, çıkarcı olsa da onun hala bir çocuk olduğunu inceden inceden görebiliyoruz. Her şeyle bu kadar dalga geçen, her şeyden bu kadar nefret eden birinin en sevdiği şeyin clyde frog oyuncağı olması çok düşündürücü ve gerçekçi bir öğe.

Ne kadar pislik olursa olsun Cartman'ı çok seviyorum. Ama sadece komik olduğu için değil. Bu kadar aykırı bir kişiliğin zaten komik olması kaçınılmaz. Ben onu bu kadar aykırı olmasına rağmen gerçekçi olduğu için seviyorum.

Evdeki sidik vakası

Birkaç ay önce evimizde bir sidik vakası yaşandı ve hala çözüme ulaşamadı. Kimse nedir nasıldır bilmiyor, ama ortada değiştirilemez bir gerçek var: biri ya da bir şey dolabın içine işemiş..

Akşam annemin sesiyle yerimden zıpladım. Babama sesleniyordu. Babam odaya gitti ve içerden kesik kesik konuşmalarını duydum. "Aaa nasıl olmuş, e kim nası girecek ki buraya? Aybükeeeee gel bii!." Söylene söylene gittim annemlerin odasına. Annem emin olmak için bezi kokluyordu: ve evet.. O şey sidikti.

Dolabın içine baktım ve sanki bile bile kıyafetlerden uzak bir şekilde duran, yayılmış sidik tabakasını gördüm. Derinlemesine olarak dolabın 50 cm kadar içerisinden başlayıp dibine kadar devam ediyordu. İşin ilginci dolabın giriş kısmında en ufak bir iz, leke bile yoktu. Sanki birisi içeri uzanarak diplere doğru sidik dolu kabı boşaltmış ve olay yerinden uzaklaşmış. Nasıl olabileceğine dair teorilere başladık öncelikle. Dolabın kapakları tam açılmıyordu yataktan dolayı ve dolabın içine bile girmek bu kadar imkansızken, imkansızı başarıp üstüne bir de işemek olasılık dahilinde bile değildi. Bir erkek de yapmış olamazdı çünkü giriş kısmı gayet temizdi. Kedi köpek gibi bir hayvanın eve girmiş olma olasılığını düşündük ama bu da imkansızdı, çünkü 2 gündür evden dışarı adımımı atmamıştım vize çalışmalarından dolayı. Zaten köpeğin öyle bir performans gösterebilmesi için bir hafta boyunca devamlı su içip hiç işemememiş olması lazımdı.

Söylendi, konuşuldu ve paranormal olarak dolaba işendiği düşünülmeye başlandı. Ve evet sonuca vardık sonunda dile getirmesek de. Herkes bir anda bıraktı kafa yormayı, bu konudan konuşmayı.

Bizim dolaba evdeki cinler işedi.

10 Ocak 2010 Pazar

The Oatmeal

Şu sıralar theoatmeal'a sardım. Kendisi, süper komik karikatürlere, testlere ve yazılara yer veren bir internet sitesi. Tamamen absürdlükler üzerine kurulu bütün içeriği. Finaller zamanında bayağı iyi geldi. Adım adım verilmiş karikatürlerine özellikle bayıldım. 3 gündür "yunusların ağzına bi tane patlatmak için 5 iyi neden" karikatürüne gülüyorum. Harbiden gülüyorum ama. Kahkaha falan atıyorum. Sitedeki testleri yapıyorum devamlı. Test dediysem öyle salak "Okulunda popüler misin? Yoksa en yakın arkadaşın sana aşık mı?" testleri değil. Son derece özgün, yararlı ve kahkaha garantili "Bir velokraptorla ranzaya zincirlensen ne kadar süre hayatta kalabilirsin? Koca ayak seni s.kse ne kadar dayanabilirsin? Yoksa kedin seni öldürmeye mi çalışıyor?" testleri. Yazılar olsun, karikatürler olsun, testler olsun, hepsi çok özgün. "Domuzların bizden daha muhteşem olduklarını gösteren 5 neden"deki domuzun yüz ifadesindeki gibi oluyorum ben de okudukça. Yaratıcılarına maşallah diyorum buradan.

Maşallah canlarım.

6 Ocak 2010 Çarşamba

Dude wait wait.. This is gay


BACK IN THE PILE! BACK IN THE PILE EVERYBODY!