31 Aralık 2009 Perşembe

2009?

iyidir iyi.

20 Aralık 2009 Pazar

Şarkı, markı, silmek falan

Bir ilişki, hoşlanma sonunda ya da sevgili olacak gibi olup da olmama gibi hayal kırıklığına uğradığım ve karşı tarafa sinirli olduğum durumlarda sevdiğim şarkıları, silmek ya da bilgisayarın ücra bir köşesine koyup bir daha yüzlerine bile bakmamak gibi kötü bir huyum var. Geçen gün yine bir playlist oluşturacakken "bu olmaz, bu ı-ıh, ay ben bunu silmemiş miyim, bunu hayatta dinlemem" demekten doğru düzgün bir liste yapamadığımı fark ettim. Daha birkaç hafta önce bir arkadaşla konuşurken "umarım bir şey olmaz da bu şarkıdan da feragat etmek zorunda kalmam" dedim.

Dün biraz düşündüm, geçmişteki ter türlü olayın acısını şarkılardan çıkarmışım adeta. Ne zaman kötü bir olay yaşasam şarkıların kalbimi kırmasına izin vermişim. Git gide de soğumuşum şarkıdan, sonunda da nefret etmişim. Yahu ben ne yapmaya çalışıyorum böyle? Benim en büyük zevkim müzik değil mi? Neden artık aklıma bile gelmeyen, hatta bir kısmı hayatımda hiçbir şekilde önemli olmamış kişiler için bir şeylerden vazgeçmek zorundayım? Neden sevdiğim şarkılardan kendimi soğutuyorum? Yazısız bir kural gibi adeta, olmadı mı yürümedi mi, o zaman şarkı sana güle gülee.

Bir arkadaşımın hatırlattığı film sayesinde ne kadar saçmaladığımı fark ettim ve daha önce aynı nedenlerden sildiğim soundtrack'ini yeniden indirdim, 2 gündür de deli gibi onları dinliyorum. İşte bu kadar basitmiş Aybü. Artık yok şarkı markı silmek. Full throttle her şey!

16 Aralık 2009 Çarşamba

Girls' Night

İlk striptiz deneyimimi bu yaz yaşadım sonunda Porto'dayken. Ben yapmadım tabi, erkek striptizci çıktı gittiğimiz barda. Haberimiz yoktu bara gittiğimizde, ama iyi oldu çok isterdim hep erkek striptizci çıksın bağıralım, ıslık çalalım falan.

Akşam bir kafenin önünde içerken "bu gece La Movida'ya gidelim, güzel bir yer, hem bugün cuma. Cumaları Girls' Night. Giriş ve 3 içki beleş kadınlara" muhabbeti oldu. Dört beş kız atladık taksiye gittik.

La Movida, beach club temalı bir gece kulübü. Çok güzel bir yer, Ooze Venue'ye benzettim ben biraz, ama çok daha gelişmiş oraya göre. İçerde Palmiye ağaçları, köpek balığı kafaları, kanolar var. İçki alınan kısım tamamen tahtadan yapılmış, tepesinde samanlar var. İnsan kendini Hawai kumsallarında sanıyor. Barmenler ise tam ağzımızın tadına göre; yakışlıklı, vücutlu, üstleri tamamen çıplak, altlarında da havlu misali bağlı bir örtü olan erkekler.

İçkimizi alıp ortalarda bir yere geçtik. Club müzik çalıyordu, deli gibi dans etmeye başladık(ben pek sevmesem de club müzik). Vodka, martini derken ışıklar kapandı aniden. Sahneye şapkalı, beyaz gömlekli, siyah pantolonlu bir adam çıktı. Frank Sinatra - My way şarkısının çalmasıyla adam soyunmaya başladı gözümüzün önünde. Şarkıya göre yavaş hareketlerle gömleğini çıkardı önce. Yağmur hemen videoya almaya başlamış tabi adamın gömleğini çıkardığını görünce. Adam müthiş kaslarını yeterince gösterdiğine emin olduktan sonra aniden pantolununu çıkardı. Boxer ve şapkasıyla kaldı sahnede. Ben o noktada diğer kızlar gibi çığlık atmaya başladım. Adam beyaz boxerıyla dans etti biraz, sonra birden onu da çıkardı! Benim gözler fal taşı gibi tabi :) Adamın boxerının altında tanga varmış. Sahnedeki sandalyeyle biraz cilveleştikten sonra ben koptum zaten. "TAKE IT OFF!" diye bağırıyordum. Adam beni kırmadı, sahnenin önüne geldi, arkasını döndü ve tangasını da çıkardı. Biz inanamıyoruz tabi. Çığlıklar, ıslıklar havada uçuşuyor.

Harbiden de Girls' Night'mış. Kadın gecesi dediğin böyle olurmuş abi! Sonradan da barmenler sahneye çıkıp dans etti falan. Sevdik La Movida'yı. Bir dahaki gidişimizde her cuma ordayız a.q :)

15 Aralık 2009 Salı

Fan Olayları

Ülkecene kutsal sayılan değerleri ayağa düşürmekte üstümüze yok. Böyle bir yazıyı ben bile yazmayı düşündüysem durumun ne kadar vahim olduğu anlaşılabilir. Dinsiz, hatta deizm-agnostizm-ateizm üçgeninde gidip gelen biri olarak rahatsızım kardeşim! Geçen gün Facebook'ta birinin hayran sayfalarında gördüğüm 2 fan beni şok etti: Fan of I<3Allah ve Fan of Hz. Muhammed (s.a.v). Yüzüme soğuk su çarpmış gibi oldum. Ben bile rahatsız oldum bunu görür görmez. Bu nedir yahu? Bu senin kutsal değerin değil mi? Hayır, rahatsız olmama rağmen gerçekten pek de umrumda değil, ama bunu yapanlar sağda solda sürekli "ben dinimi çok çok seviyoreee, hiçbir şeye değişmem dinimiiii" diye bas bas bağıran, gözümüze sokan insanlar. Kendi değerlerini nasıl basitleştirdiklerinin farkında değiller. Böyle çığırtanlık yapan insanları ayakta bir kez daha huzurlarınızda alkışlıyor ve (varsa) allahtan belalarını diliyorum.

Çakma dindar müsveddeleri.

10 Aralık 2009 Perşembe

Haydi Başlıyoruuuz

Gene bir boka karıştım 45,40 liralık. Meşakkatli, uzun. Haydi hayırlısı bakalım.

8 Aralık 2009 Salı

Bugün 8 Aralık


















John Lennon
9 Ekim 1940 - 8 Aralık 1980

"Hayat, biz gelecek için planlar yaparken başımızdan geçenlerdir."

7 Aralık 2009 Pazartesi

Depeche Mode ve Wrooong

Bundan çok değil, 3-4 yıl önce Depeche Mode'la tanıştım. Ablam henüz evlenmemişti ve bazen bilgisayarı ortak kullanmak zorunda kalıyorduk. Bilgisayarda bazı Depeche Mode şarkıları buldum. Adını hep duymuştum, ama nedense o zamana kadar Depeche Mode gözümde gotik müzik yapan bir gruptu. Ne alakaysa. Hiç dinlememiştim, sağlam gruptu -yani öyle diyorlardı-, sıkı hayranları vardı, ama bendeki ön yargıdan dolayı bir kez olsun açıp da dinleme zahmetine katlanmamıştım. Ablam da yanımdaydı şarkıları gördüğümde. Arkadaşı Depeche Mode hastasıymış, ablama da grubun şarkılarını yollamış dinlesin diye. Benim dinlemeye hiç niyetim yok tabi. Kısa süre sonra da belgelerimi açtığımda gördüğüm sıradan bir müzik dosyası haline geldi benim için. Ablamın evlilik hazırlıkları başlayınca da sildim bilgisayardan şarkıları.

Bu sırada yıllar geçti tabi, ben bir dolu grup keşfetmişim, deli gibi müzik dinliyorum, Depeche Mode'a olan ön yargım da diğer gruplara olduğu gibi erimiş gitmiş kendiliğinden. "Hakikaten sağlam grup" diyorum. Bir iki şarkısını duyuyorum arada, "daha da çok dinlemek gerek, cidden iyiler ya" moduna geçiyorum.

2009 yazı geldi çattı bu sırada. Facebookta gezerken bir event gördüm,
Depeche Mode Saturday, July 11th, 2009
Porto, Portugal
Super Bock Super Rock Festival
Yani ben tam oradayken Depeche Mode konseri vardı. "Ohaa şansa bak kesin gitmeliyim" moduna girdim ben hemen, taa ki 54 euro olan bilet fiyatını görene kadar. 13 temmuzda İzmir'e geri dönecek ve son haftaya 5 euroyla giren biri olarak dünyam başıma yıkıldı. Çok üzüldüm bu şansı kaçırdığım için.

Türkiye'ye döndüğümde çatır çatır Depeche Mode dinlemeye başladım. Hayranları oldum, hastaları oldum, "Depeche Modee seniğ seviyoruuuğğğmm" kıvamına geldim. Bu defa da 54 euro veremediğim gerçeğini hatırladım ve pişman oldum oradaki ilk haftalarımda su gibi para harcadığıma. Sonradan öğrendim ki Porto'daki konser de Türkiye'deki (mayıs 2009) gibi iptal olmuş :)

Şu anda da Depeche Mode dinliyorum. Her bir şarkısının ayrı etkisi var üzerimde. Bu aralar "Wrong" parçasına taktım. Kendimi görüyorum o parçada. Baştan aşağı yanlış olduğunu düşünen birinin şarkısı. Yanlış yerde, yanlış burçla, yanlış akrabalarla doğmuş. Hep yanlış yollar seçmiş, yanlış sonuçlara gitmiş. Yanlış soruları sormuş yanlış cevaplar almış. Doğuştan gelen bir terslik olduğunu düşünüyormuş kendisinde. Kimyasal olarak tamamen yanlışmış. Yanlış genlerle yanlış bir karışımmış. İnsanların bakışlarını yanlış yorumlamış, yanlış method ve tekniği kullanmış. Yanlış zamanda yanlış yerdeymiş. Yanlışmış işte adam. Öyle doğmuş bir kere.

Benim kendimle ilgili zaman zaman düşündüklerimi yansıttığı için çok etkileniyorum bu parçadan. Hatta beni bu kadar etkileyen nadir parçalardan kendisi. Şarkıya giriş, bu sıradaki melodi baştan aşağı titrememi sağlıyor, hatta ağzıma sıçıyor; Wrooong!

Long Live Depeche Mode.


500.000 metal videos on ROCKTUBE and METALHEAD

Klibin altında şu reklam çıkmasaymış daha iyi olurmuş tabi.

5 Aralık 2009 Cumartesi

Türk İnsanı

Türk milleti kadar salak millet az bulunur. Yok yok çok ciddiyim. Milletçene kompleksliyiz başta. Arabadaki en büyük zevki burnunu karıştırmak olan insanların yaşadığı ve üstüne üstlük bunun garip karşılanmadığı bir millet bizimkisi. Cahil, genelde pis, körü körüne dinci, bir marifetmiş gibi tabularına sıkı sıkıya sarılan, 21. yüzyıla inatla ayak uyduramayan ve bununla gurur duyan, sözde aşırı ahlak düşkünü ama ahlakı sadece cinsellikte arayan rüşvetin ahlaksızlık olduğunu düşünmeyen, zeki ama tembellikten ölen, üşengeçlikten kırılan, saçma sapan bir millet bizimkisi. İtin götüne sokmakta sonuna kadar haklı olduğumu düşünüyorum içine benim de dahil olduğum bu insan topluluğunu. Lakin yiğidi öldür hakkını yeme. Bazı değerlerin hala yaşatıldığı bir ülke burası.

Birkaç gün önce Portekiz'den bir misafirimiz geldi Rui diye. Bu yaz Porto'da tanıştık kendisiyle. Adam bütün avrupayı otostopla dolaşmaya karar vermişti ve bu planından bize de bahsetti. Türkiye'ye de uğramak istediğini fakat daha ortada kesin bir şey olmadığını söyledi. Biz de mutlaka Türkiye'yi görmesini gerektiğini, eğer gelirse haber vermesini söyledik. Bir iki hafta öncesine kadar bu konuyu unutmuştuk. Rui bize mesaj atmış, İstanbul'daymış ve İzmir'e gelmek istiyormuş ona kalacak bir yer bulabilirsek. Kalacak yeri ayarlandı, haberleşildi ve arkadaş İzmir'e geldi. Sabah kahvaltıya gittik hepberaber ve İstanbul anılarını dinledik.

Öncelikle Rui çok şaşkındı, çünkü hayatında böyle yardımlarla, iyiliklerle hiç karşılaşmamıştı. Vardığının ilk günü bir adamla tanışmış ve adam kalması için ona evini açmış öncelikle. Daha sonra onu yedirmiş, içirmiş, gezdirmiş. Bu sırada başkalarıyla da tanışmış. Herkes seferber olmuş Rui için. Yaklaşık 1 hafta sonra İzmir'e gideceğini söylemiş yeni tanıştığı arkadaşlarına. Parası olmadığı için otostopla gideceğini söylemiş. Evinde kaldığı adam olmaz öyle şey diyerek gidip nilüferden İzmir'e bilet almış. Bizimki şok tabi. İnsanların nasıl bu kadar yardımcı olduğunu, iyiliksever olduğunu anlayamamış. İzmir'e gitmek üzere yola çıktığında yanındaki adamla kaynaşmışlar hemen ve bu adam da bunu yedirmiş, içirmiş, yol boyunca muhabbet etmişler. İzmir'e varlıklarında adam Rui'yi çok sevdiğini, bu yüzden ona bir hediye vermek istediğini söylemiş. Yanında bulunan, elde yapılmış 3 zeytin şişesinden birini ona vermiş. Bizimki şaşkınlıktan ölüyor tabi. Bize söylediği tek şey: "Ben hayatımda böyle yardımsever bir milletle karşılaşmadım." Gerçekten de doğru diye düşündüm. Kaç millet hiç tanımadığı bir insana bu kadar yardım eder ki? Rui bunların hepsinden çok etkilenmiş. "Biz de yardımcı oluruz ama bu kadar da değil. Bedavadan yemek vermez kimse. Çok güzel, çok ilginç. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey görmedim ben. Artık ben de böyle olacağım. Böyle davranacağım insanlara."

O kadar gururlandım, mutlu oldum ki anlatamam. Bir adamın 27-28 yıllık hayatında yalnızca 1 hafta gördüğü şeyler hayata bakış açısını değiştiriyor. Daha büyük bir gurur olabilir mi?

Evet salak bir milletiz, evet akıllanmayız asla, ama bizim kadar "insan"ı da yok be abi.

30 Kasım 2009 Pazartesi

Seni Seviyorum Blogum

Hiçbir zaman iyi bir yazar olamadım. Duygularımı düşüncelerimi istediğim gibi ifade edemedim kağıtta. Edebiyatım, dilim buna yeterli olmadı. Buna rağmen 2008'in başında ben de başladım blog yazmaya. Neden başladığımı tam olarak hatırlayamıyorum, ama çevremdekilerin yazdığını görünce ben de bir bakayım nasıl oluyormuş bu iş demiştim. Başladım bir süre bir şeyler çizittirmeye. Yazmaya çalıştıkça türkçemin ne kadar berbat olduğunu, dilimin ne kadar yetersiz olduğunu, hatta düşündüğümden daha da yetersiz olduğunu gördüm. Tuhaftır, duygularımı ingilizcede çok daha rahat ifade ettiğim oluyor ana dilim yerine, işte bu yüzden yabancı dilde hikayeler, yazılar yazmaya başladım. Sonra o da olmadı bıraktım blog yazmayı bir süre. Çünkü nasıl oluyorsa kendi yazdıklarım bana çok yapay geliyordu. Ama ne kadar yapay olursa olsun çok önemsiyordum bu blog işini. Yeri bende her zaman farklıydı. Uzun aylar yazmadan geçiyor, sonra geri geliyordum blog sahalarına. Birkaç ay önce yazmaya başladım gene. Gün geçtikçe şunu fark ettim ki içimdekileri çok daha rahat ifade edebiliyordum artık. Blog yazmak insanın dilini gerçekten çok geliştiriyor. Hala kötü yazıyorum, ama en azından yazdıklarım yapay gelmiyor artık. Yetmezmiş gibi hem gelişiyorum, hem de içimde beni boğan şeyleri dışarı aktarıyorum. Blog benim için vazgeçilmez bir olay haline geldi. Rahatlamak istiyorsanız siz de yazın diyorum.

Seni seviyorum blogum.

25 Kasım 2009 Çarşamba

Rock Müziğin Tarihsel Gelişimi ve Diyalektiği

Bunu ben yazmadım, ama çok beğendim. Hatta okumaya doyamadım. Her zaman merak ettiğim bir konuydu rock müziğin tarihi ve gelişimi, o yüzden internetten araştırma yaptım. Sonuç olarak bu yazıyla karşılaştım. Açıkçası kaybetmek istemiyorum bu yazıyı. Ondan buraya koyayım, meraklısı da okusun.

1930’lu yıllarda blues, Louis Armstrong, Ella Fitzgerald ve Billie Holiday gibi sanatçıların çabalarıyla, caz ile buluştu. Müzik, katıldığı her formla birlikte yeni bir forma bürünüyordu. 1940’lı yıllara gelindiğinde blues, teknolojiyi de kullanarak gücünü artırmaya devam etti. Blues’in en iyi yorumcusu olarak kabul edilen B.B. King, 1948 yılında ilk siyah radyosu olan WDIA’da program yapmaya başladı. Bu, siyah toplumun hakları için önemli bir gelişmeydi. Çalgılardaki yenilikler ve genç müzisyenlerin çabaları “jump”, “boogie” “R&B” (Rhythm and Blues) gibi yeni yeni formları ortaya çıkarmakta gecikmedi. Öbür yandan gitar, banjo ve kemana dayanan ve daha çok beyazların icra ettiği ‘folk’ da ‘country’ gibi formlarla gelişimini sürdürüyordu.

İsimlerini belki de aklımızda tutmaya zorlanacağımız bu türler içerisinde rock’n roll’a ve dolayısıyla rock’a geçişteki son yapı taşı R&B’dir (Rhtyhm and Blues). R&B’nin oluşmasında, 1940’lı yıllarda ekonomik nedenler yüzünden güneyden kuzeye göç eden siyah blues ustalarının, gittikleri yerlerde piyano ve nefesli çalgılarla tanışması etkili olmuştur. R&B, o güne kadar oluşturulan bütün siyah müzik türlerinin bir karışımıyla ama ‘blues’un armonik çatısı altında oluşmuş bir müzik türüydü. İlk dönemler yalnızca siyahların radyo istasyonlarında çalan bu yeni tür, kısa süre sonra alt ve orta sınıf beyaz gençleri de etkilemeye başladı. 1950 yılına gelindiğinde beyazlar da R&B yapmaya başladı ama beyazların yaptığı bu müzik türüne ilginçtir, “rock’n roll” adı verildi. Bu isim değişikliğini ünlü rock’n roll piyanisti Fats Domino şu şekilde anlatmıştır: “Biz, New Orleans’da 15 yıl öncesine kadar rock’n roll’a ‘R&B’ derdik”.

“Beyaz” rock’n roll özellikle genç kesimleri çok etkiledi. Gençlerin önlenemez “değişim” talepleri kendini bu müzik türünde bulmaya başladı. Bu durum, siyahların yaptığı müziğe geleneksel karşı çıkış tavrını sürdüren beyazları da pazara dâhil ettiği için tam anlamıyla müzik endüstrisinin ekmeğine yağ sürdü. Chuck Berry ile başlayıp Elvis Presley ile tanınan bu tür, ABD’nin 2. Dünya Savaşı sonrası dünyaya pazarlamağa çalıştığı yeni bir kültürün de aracısı olacaktı. Bütün dünya rock’n roll ile uyumaya, rock’n roll ile uyanmaya başlamıştı. Ne yazık ki rock’n roll’un ömrü umulandan daha kısa oldu. 1960’lara gelindiğinde gerek gençlik gerek müzik endüstrisi daha yeni bir müzikal türe ihtiyaç duyuyordu.

Bu geçiş döneminin şüphesiz en önemli ismi “60 gençliğinin lideri” Bob Dylan’dı. Dylan’ın yaptığı şarkılar, form olarak, ne rock’n roll ne de folk içerisinde tanımlanabiliyordu. Toplumcu folk şarkıları dinleyerek büyümüş olan Dylan, Woody Guthrie’nin bu toplumcu-politik folk müzik geleneğini dönemin yeni müziğiyle birleştirdi.

Ortaya çıkan müziğin adı “folk rock” olurken Dylan da özellikle “Blowin’ in the Wind” ve “Masters of War” (Savaşın Efendileri) şarkılarıyla 1960’lara damgasını vuran ve “protest şarkı” kavramını ortaya çıkaran müzisyen oldu. Yüzyılın en önemli müzisyenlerinden kabul edilen Dylan, şarkılarında emperyalist savaşlara, silah tekellerine, siyahlara yönelen ırkçılığa, sosyal eşitsizliklere ve sınıf farklılıklarına dikkat çekiyordu. Bob Dylan’ı anlatmak başlı başına bir yazı konusunu oluşturacağı için, şimdilik onun ‘rock’un oluşmaya başladığı dönemde çok önemli bir role sahip olduğunu bilmemiz yeterli olacaktır.

ABD’de Rock’n Roll’un yarattığı etki kısa süre içerisinde başka ülkelerde, özellikle İngiltere’de farklı bir biçime büründü. 2. Dünya Savaşı sırasında İngiltere’ye gelen ABD askerleri, savaş sonrasında ülkelerine dönerken beraberlerinde getirdikleri birçok blues ve rock’n roll albümünü İngiltere’de bırakmıştı. İngiltere’de bu albümleri dinleyen bir kuşak büyüyordu. 60’lı yıllara gelindiğinde rock’n roll dinleyen bu genç İngilizler, 30’lu yılların blues gitaristlerinden etkilenmekle birlikte blues, boogie, gospel, r&b türleri arasında yeni bir tarzın peşine düştüler. Bu tarz sonraki 40 yıl içerisinde dünya gençliğini en çok etkileyecek müzik türü olan ROCK olacaktı.

Rock’un en önemli isimlerinden “The Rolling Stones” işte tam bu dönemde kuruldu. Onu kısa süre içerisinde ortaya çıkan Beatles ve Animals takip etti. Bu grupların erken dönem müziklerinde ABD kökenli rock’n roll, blues ve r&b etkileriyle birlikte kısa süre içerisinde hızla gelişen yeni bir tarzın ana çizgilerini görürüz. Bu dönüşüm özellikle Beatles’ın yaptığı müzikte karşımıza çıkar. Beatles ilk dönem albümlerinde daha önce değindiğimiz blues, gospel, boogie ve rock’n roll yapmış fakat ikinci albümlerinden itibaren bu tarzlardan uzaklaşmaya başlamıştır. Dönemin en çarpıcı isimlerinden biri de Eric Clapton olacaktır. “Cream”de gitar çalan Clapton, ciddi blues etkilerinin yanı sıra yeni bir gitar çalımının öncüsü olacaktı. Clapton’u rock’un efsane isimlerinden Jimi Hendrix takip etti. Hendrix, sanılanın aksine blues kalıplarından çıkmadan ve hatta böyle bir çaba göstermekten kaçınarak gitarda arayışlarına devam ediyordu.

Diz Çökerek Yaşamayın!

İngiltere’de bu gelişmeler yaşanırken ABD, uzun yıllar etkisini sürdürecek bir “çiçek çocukları” deneyimini yaşıyordu. ABD’nin emperyalist savaş politikalarının ardından Vietnam’a saldırması, bu savaşta birçok Vietnamlı’nın ve Amerikalı’nın ölmesi “çiçek çocukları” hareketini tetiklemiş, bu da doğal olarak dönemin müziğine yansımıştı. ABD’nin Vietnam’ı işgalini ve bir bütün olarak Amerikan değerlerini protesto eden on binlerce genç ütopik bir yaşam kurma düşüncesiyle San Fransisco yakınlarında bir kasabaya yerleşti. Bu gençler her türden emperyalist işgale, baskıcı sistemlere, savaşa karşı çıkıyor, sabahlara kadar yaktıkları ateşler etrafında şiirler okuyor, şarkılar söylüyor, uyuşturucu kullanıp “cinsel özgürlük”, “tabular yıkılsın” sloganlarıyla toplumsal özgürlük taleplerini dile getiriyordu. Ünlü “savaşma seviş” sloganı bu hareketin bir ürünüdür. Bu topluluğu oluşturanların çoğunluğu orta sınıf beyaz gençlerdi. Aynı yıllarda doğu dinlerine olan ilgi de artmıştı. Bu doğu modasıyla birlikte müzisyenlerin ve dinleyicilerin uyuşturucuya olan ilgileri de bir anda artmış ve özellikle LSD, henüz yasaklanmadığı için aspirin kadar çok kullanılır hale gelmişti. Çiçek Çocukları’nın adını “Karşı Kültür” koydukları bu tarz bütün dünyada ünlenecek “hippi” akımını doğurdu. Hippi olmak bir yaşam felsefesi haline geldi, Avrupa’dan Asya’ya ve çoğunlukla “moda” olarak algılanarak kısa sürede bütün dünyaya yayıldı.

İngiltere’de ortaya çıkan ve yükselişini sürdüren rock’un yolu işte tam böyle bir dönemde ve ilginç bir şekilde çiçek çocukları ile kesişti. Dolayısıyla bu karşı kültürün sözcülüğünü de rock grupları yapmaya başladı. Artık rock, içeriğinde ağırlıklı olarak dünya sorunlarına ve çözüm yollarına da yer veriyordu: The Doors “Yabancı bir elin yardımını bekliyorum” derken, Rolling Stones “Yuvarlanan taşlar gibi evsiz olmak”tan bahsediyor, The Who “Yaşlanmadan ölmek istiyorum” diyordu. Bu genç kesimin en önemli politik tavrı emperyalist savaşlara karşı olmasaydı. Akademik değer yargılarına, kapitalist eğitim ve yaşam biçimlerine de karşıydılar. Fakat çok kısa bir süre içinde “çiçek çocuk” olmak da bir “moda” haline getirildi. Çiçek çocukları, tepkiselliklerine tutarlı bir politik yaklaşım katamadıkları ve çözüm anlamında yeni bir şey öneremedikleri için 70’li yıllar ve Woodstock konserleriyle birlikte tarih sahnesinden çekildiler.

60’lı yılların başında İngiltere’de takım elbiseli, kravatlı kolej çocukları Beatles ve onun tam karşıtı hırpani “Rolling Stones” ile ortaya çıkan rock, 70’lere geldiğinde egemenlerin gözünde çiçek çocuklarının da etkisiyle ile birlikte deyim yerindeyse “serseri”leşmeye başlamıştı.

Bütün bunların yanı sıra Bob Dylan’ın ‘protest rock’u bütün dünyada yankısını bulmuş, tam anlamıyla bir patlama yaratmıştı. Savaş karşıtı gösteriler Dylan’ın şarkılarıyla başlayıp bitiyordu. Dylan, ‘rock’u ısrarla politik çizgide tutuyordu. Aynı yıllarda İngiltere’de Beatles’tan ayrılan John Lennon da sol politik söylemlerle özellikle entelektüellerin ve aydınların ilgisini çekmeye başlamıştı. Lennon, din, cinsellik ve medya ile uyutulan, kendisini akıllı, sınıfsız ve özgür sanan insanlara -böyle düşündüklerinde- bir hiç olduklarını hatırlatıyor, yaşamın onurlu gerçekliğini “işçi sınıfı kahramanı” olmakta görüyordu.

Çiçek çocuklarına göre çok daha politik bir çıkış olan 68 öğrenci hareketleri müziğin de çehresini değiştirdi. 68 kuşağı, artık eski çiçek çocukları kadar iyimser ve pembe düşler içinde değildi. Pasifist olmak yerine daha aktif bir mücadeleyi benimseyen bu akım müziğe de ilham vermekte gecikmedi. Soğuk savaş rüzgârlarının estiği 70’li yıllar bütün dünyada radikal ve sert politik olaylara sahne oldu. Doğal olarak da gençlik bu sert, acımasız gerçeklerden payına düşeni alarak isyancı bir çizgiye her zaman yakın durdu. Aynı yıllarda dünyada kapitalizmin yoz değer yargılarına ve burjuvazinin yerleşik düzenine karşı kitlesel bir karşı çıkış yaşanıyordu. Doğal olarak müzikal biçim de değişmeye başlamış, garip bir biçimde tınılar gittikçe elektrikleşmiş, ritimlerde daha da sertleşme başlamıştı. Dünyanın en ünlü müzik topluluklarından Pink Floyd işte bu yeni dönemin öne çıkan ismiydi. Grup, en ünlü şarkılarından “Another Brick in the Wall/ Duvardaki Başka Bir Tuğla”da eğitim sistemine köklü bir eleştiri getiriyordu:

“Eğitime ihtiyacımız yok / düşüncelerin kontrol altına alınmasına da ihtiyacımız yok / sınıflarda aşağılanmaya da / öğretmenler çocukları rahat bırakın / hey, öğretmen, rahat bırak o çocukları / hepsi duvarda yalnızca başka bir tuğla / çevremde silahlara ihtiyacım yok / beni sakinleştirecek uyuşturuculara ihtiyacım yok / duvardaki yazıyı görüyorum / bir şeye ihtiyacım olduğunu sanma sakın / duvardaki tuğlalarsınız siz hepiniz…”

Pink Floyd’un yanı sıra, konserlerinde şov ve görsel efektleri kullanan Genesis, senfonik rock’un öncüleri Moody Blues, Jethro Tull ve Yes, ‘hard rock’ta Deep Purple, Who ve Led Zeppelin dönemin gözde grupları oldu.

60’lardan 70’lere girildiğinde müzik grupları da “süper”, “mega” gruplar haline dönüşmeye başlamıştı. Gruplar daha kapsamlı turnelere çıkıp stadyumları dolduruyor, görkemli sahne şovları ile her konseri daha törensel bir atmosfere çeviriyordu. 60’larda kurulan Jethro Tull, The Moody Blues ve Pink Floyd gibi İngiliz grupları, teknik açıdan kusursuzlaştılar. Black Sabbath, Led Zeppelin gibi gruplar müziğin çizgisini sevimli hippi kültüründen uzaklaştırıp daha karanlık ve mistik temalar üzerinde yoğunlaştılar. Kuzey Amerika’da ise Stills and Nash ve The Eagles gibi gruplar Pink Floyd gibi grupların aksine her şeyin akustik olmasından yana bir tavır içine girdiler.

Bütün bu gelişmelerle birlikte rock da artık müzik endüstrisinin en önemli gelir kaynağı olmayı başarmıştı. Plak satışları ve konser gelirleriyle, rock, pazar payının artık en büyük dilimini oluşturuyordu. Özellikle Beatles ile başlayan yan ürün pazarı da ticari kazancın artmasını, grupların birer fenomene dönüşmesini sağlıyordu. Örneğin Beatles ABD’ye ayak basar basmaz sansasyonlar yaratmaya başlamış, beslenme çantalarından bardaklara, sakız paketlerinden John Lennon yastıklarına kadar bir yan ürün pazarı oluşmasına neden olmuştu. Artık rock, müziğin olduğu kadar modanın da yüzünü değiştirecek, pazarı daima canlı tutacaktı.

Rock daha önce hiç olmadığı kadar çok ciddiye alınıp popülerleştikçe müzisyenler de kendilerini “klasik müzik” icracıları Mozart, Beethoven gibi ilahlaştırmaya başladı. Bu müzisyenler milyonlarca dolarlık elektronik aletler, stüdyolar, villalar, okyanusta satın alınan adalarla zenginlik içerisinde yüzerken, ‘rock’un muhalif çizgisinden de gittikçe uzaklaşıyorlardı.

İşte tam böyle bir dönemde bütün bu gelişmelere bir tepki olarak “punk rock” ortaya çıktı. Anti-tez The Clash ve Sex Pistols’ın öncülüğünde ortaya çıkmış, özellikle 70’lerin başlarındaki ‘rock’a ve tabii ki onun müzisyenlerine lanet okumaya başlamıştı. Bu yeni akıma göre rock artık para, şan, şöhret aracı olarak kullanılmaktaydı, ticariydi ve bu, hızla terk edilmesi gereken bir tutumdu. Punk özellikle İngiltere’de yaydığı anarşist düşünceler nedeniyle devlet tarafından tedirginlikle karşılandı. Punk yapan gençler çoğunlukla işçi mahallelerinde elden düşme çalgılarla müzik yapan işçi çocuklarıydı. Anti-faşist ve anti-kapitalist düşüncelere uzak olmayan bu gençler özellikle Kraliçe’nin ırkçı ve aileleri üzerindeki kapitalist programlarına karşı çıkıyordu. Öyle ki Sex Pistols’un “God Saves the Queen / Tanrı Kraliçe’yi Korur” isimli şarkısı ülke çapında en çok dinlenen şarkı olunca Kraliçe’nin iktidarına gölge düşürecek tartışmaları tetiklemişti:

“Tanrı kraliçeyi korur / onun faşist rejimini / sizi geri zekâlı yaparak / potansiyel bir hidrojen bombasına dönüştürürler / tanrı kraliçeyi korur/ onda insanlık aramayın / zaten İngiltere rüyasının bir geleceği de yok”

Punkçular 70’li yılların uzun ve karışık gitar soloları ile dolu şarkıları yerine kısa ve özentisiz şarkılar yapmaya başlayıp, o güne değin hiçbir rock türünde görülmeyen şiddet ve kargaşaya yaslandı. 70’lerin ikinci yarısında ‘rock’un isyankâr misyonunu yüklenen ‘punk’ta kalite ve hoşa gitme kaygısından uzak bir anlayış hâkimdi. Hatta Sex Pistols sahnede o kadar basit ve deyim yerindeyse “ilkel” çalıyordu ki, izleyenler ister istemez “bunu ben bile çalabilirim” kanısına kapılıyordu.

Mükemmel olma kaygısından uzak punk, hızla genişleyerek ‘rock’a yeni bir nefes kazandırdı. Fakat her zaman olduğu gibi müzik endüstrisine eleştiriler getiren ve onun en büyük düşmanı olan bu akım da kendini diğer bütün rock çılgınlıkları gibi kısa sürede endüstri tarafından yutulan ve “moda” haline getirilen bir akım olmaktan kurtaramadı.

Rock, 80’li yıllara Heavy Metal patlamasıyla girdi. Kökeninin 1960’lı yıllarda Hard Rock’a dayandığı bu “karmaşık” ama bununla birlikte olabildiğince “sert” müzik akımı, küfür etmeyi kendine amaç edinmişti. Tepkisini sert tınılar içerisinde çığlık çığlığa küfrederek ifade etmeye çalışan bu akım, demokratlar, anarşistler hatta ırkçılar gibi çok farklı kesimlerden kitleleri etkilemeyi başarmıştı.


Deep Purple, Led Zeppelin, Cream ve Black Sabbath gibi gruplar Hard Rock’un sert tınılarının arasından Heavy Metal’i ortaya çıkaracak önemli bir işlevi yüklendiler. Bu grupların “düşene kadar sallan” konserleri saatler süren dini ayinlere dönüşüyordu. Black Sabbath, Hard Rock’tan Heavy Metal’e dönüşümün son halkasını oluşturdu. Grup, gerek kullandığı giysiler, gerek şarkı sözlerinde işlediği temalar bakımından ülkemizde de çok tartışılan “Satanizm”e açık kapı bırakıyor, bu davranışıyla çocuklarını korumak isteyen ailelerin korkulu rüyası olmayı başarıyordu.

Aslında 80’li yılların rock açısından çok verimli yıllar olmadığı açık. Bunda o yıllarda İngiliz ve ABD emperyalizminin dünyaya daha çok müdahale etmeye başlamasının, kapitalizmin dünya ekonomisini kendi çıkarına baltalamasının payı büyüktür. Kitle iletişim araçlarının gelişimi ve bu araçların politik nedenlerle “rock”a önem vermemesi, türü zor bir döneme sokar. Artık müzik elektronikleşmiş; TV izlemek kitlelerin birincil kültürel faaliyeti durumuna gelmiş; şarkılar video klip olmadan anlamsızlaşmış; gitarın yerini elektronik, yapay sesler almıştır. Irkçı ve hatta doğrudan faşist propaganda yapan rock gruplarının ortaya çıkması tam da bu yıllara rastlar. Irkçı ingiliz grubu Iron Maiden, nazi taraftarı kiSS, açılımı “Anglo Sakson Beyaz Protestanlar” olan ırkçı WASP (White Anglo Saxon Protestans) ve sağcı Quenn dönemin popüler grupları haline gelmiştir. Bu gruplar ABD ve ingiliz emperyalizminin destekçisi oldukları gibi, müzik endüstrisine geçici bir soluk da aldırmışlardır.

Kimilerince saçma bulunan kostümleri, ağır makyajları olan bu gruplar, 90’ların başına kadar ayakta durmayı ancak başarabilmişlerdir. Aerosmith, AC/DC gibi gruplarla ciddi etkiler yaratan Heavy Metal, 90’lı yıllara doğru kendi içinde başka türlere evrimleşecek ve giderek etkisini kaybedecektir. Guns and Roses yukarıda adı geçen gruplar gibi değildir. Grup, Heavy Metal/Hard Rock akımı içerisindeki grupların belki de en çok tanınanı, ticari olarak en çok kazananıdır. Kendine has bir tarz yakalamış, bunda oldukça başarılı da olmuştur. Grubun çalışmaları yıllar sonra bile pek çok genç müzisyen için ilham kaynağı olmuştur.

Bütün bu gelişmelere rağmen solcu Rush ve Talking Heads, yine irlanda’nın IRA destekçisi ünlü grubu U2, rock’un isyancı yanıyla kitlelere seslenmeye devam ediyordu. Bir tavır olarak solda duran Dire Straits şarkı sözleri ve tartışmasız müzik kalitesiyle özellikle eğitimli kesimlerin ve aydınların baş tacıydı.

Bob Geldof’un öncülüğünde önce Afrika’daki açlar için düzenlenen LiveAid, sonra Mandela için düzenlenen barış konserlerine katılan onlarca müzisyen bütün kirlenmelere rağmen rock’un muhalif ve dayanışmacı yanından örnekler verdiler. Status Quo, Joan Baez, Black Sabbath, Sting, U2, Eric Clapton, Led Zeppelin, Bob Dylan, Dire Straits gibi ünlü müzisyenler bu tür konserlerde rock’un konser ve albüm performanslarının dışında başka şeyler de yapabileceğini göstermiş oldular.

70’lerin son döneminde ortaya çıkarak “kötü müzik yapan” Punk akımı yine bu yıllarda etkisini sürdürüyordu. Depeche Mode, Eurythmics gibi gruplar da dönemin moda klavye ve elektronik tınılarını rock’un içine sokarak etkili olmaya çalıştılar. ABD’de yaşayan siyahların alternatif müziği RAP, bu yıllarda popülerleşmiş ve sadece siyahları değil beyazları da kendi dinleyici profili içerisine almayı başarmıştı.

80’ler için; rock’un klasik akımlarının yanı sıra pek çok yeni akımın ortaya çıktığı ama sonuç açısından bakıldığında gerek işlev gerek müzikal kalite anlamında 70’lerin çok gerisinde olan bir dönemdir, demek yanlış olmayacaktır.

90’lara gelindiğinde her şey birbirine girdi. Rap ve yukarıda adı geçen metal, can çekişiyor, müziğin yazı dizimizde değinmediğimiz diğer bazı popüler türleri de “erotik” video kliplerle evimize konuk oluyordu. Dünya gençliğinin en büyük kültürel faaliyeti, evde oturup MTV izlemekten öteye gitmiyordu. Kitap okuma alışkanlıkları kaybettirilen kitleleri doğru çözümleyen müzik endüstrisi, televizyonlardaki müzik kanalları ile yeni bir çılgınlığı ülkeden ülkeye yayıyor, var olan ya da yenileri denenen akımları bir günde baş tacı ediyor ya da yerin dibine batırıyordu. Teknoloji ve müzik endüstrisi, dolayısıyla para, yine müziğe tercih edilmişti.

Müzik adına olumlu gelişmeler da yok değildi. 90’lı yıllar yeni bir akım olan ve bugün de etkisini sürdüren Grunge ile bizi tanıştırdı. iş güç sahibi olamamış, düzenin kaybetmeye zorladığı gençlerin garajlarda ortaya çıkardığı ABD Seattle kökenli bu “umarsız” müzik akımı özellikle Nirvana ile bütün dünyada yeni bir çılgınlığa ulaştı.

Hüzün ve karamsarlıkla bezenmiş, müzikal yanını yetmişli yılların “hard rock”undan, felsefesini de “punk”tan alan bu alternatif rock akımı; birçok yeni grubun oluşmasının ve bu grupların ciddi işler yapmasının önünü açtı. Grunge müzisyenleri “kirli” bir gitar tonu kullanıyor, sosyal yabancılaşma, olaylara ve kişilere ilgisizlik, özgürlük gibi temalara değiniyordu. Eğitimsiz ve çoğunlukla umutsuz bir alt ve orta sınıf kitleye seslenen Grunge; Nirvana, Pearl Jam, Soundgarden, Red Hot Chili Peppers gibi gruplarla 80’lerde etkisini ve kalitesini kaybeden rock’a yine yeni bir soluk kazandırma işlevini yüklendi.

Bu gruplara, farklı bir akım içerisinde olduğu halde R.E.M.’i de eklemek gerekir. R.E.M. ticari olma kaygısı gütmemiş, yaptığı şeyin kendisine önem vermiş, kaliteyi düşürmediği gibi kendini geliştirebilmiş müzik gruplarının başında gelir.

ABD’de bunlar olurken rock’un anavatanı ingiltere’de ise Oasis ve Blur öncülüğünde yeni bir akım oluşmuştu: Britpop. Endüstri bu akımı yeni bir “ingiliz istilası”na dönüştürmeye çalışsa da, bunda çok fazla başarılı olamadı. Yaptıkları müziğin temeline gitarı koyan bu gruplar, orta sınıflardaki ingiliz gençleri etkilemeyi başarmıştı. Yine Radiohead, dönemin en nitelikli grubu olarak kabul ediliyor, rock ayakta durmaya ve iyi ürünler vermeye çalışıyordu.

Aynı yıllarda ingiltere kökenli Manic Street Preachers da farklı duruşuyla ilgi çekiyor, şarkı sözlerinde ve katıldıkları etkinliklerde sol politik bir tavrı koruyordu.

Grup üyeleri 80’lerin başında Galler’de maden grevlerine tanık olmuş, “sınıf mücadelesi” kavramıyla iç içe büyümüştü. Kendisini sosyalist olarak adlandıran grup Küba’da konser bile vermişti.

Bununla birlikte artık her şeyi belirleme hakkını elde etmiş bir müzik endüstrisi vardı ve bu müzik endüstrisi “bunalımlı” grunge çılgınlığının sona ermesini, “sakalları kesilmiş ve saçları taranmış pırıl pırıl gençler”in işbaşı yapmasını istiyordu. Grunge 90’lı yılların sonuna doğru etkisini yitirerek yavaş yavaş müzik arenasından çekildi.

Gözden kaçamayacak kadar büyük bir gerçek var: Müzik ve özellikle rock, on yılda bir kendini yeniliyor, ciddi çıkışlar yaşıyor, hem kendine hem de müzik endüstrisine soluk aldırıyor ama bir süre sonra yine o aynı müzik endüstrisinin programına dahil oluyor; tüketiliyor ve etkisini kaybediyor.

2000’li yıllara girerken bu gerçek çok daha net bir şekilde kendini hissettiriyordu. Rock geçici çıkışlarını yapmış, tekrar gerileme sürecine girmişti. işte tam böyle bir süreçte “numetal” ve “rap metal” yine rock’un alt akımlarından etkilenerek ve aslında var olan bir şeyin döneme ve piyasaya uygun hale getirilmesiyle ortaya çıktı. Bu yeni akımlar, 80’li ve 90’lı yılların heavy metal tınılarına 2000’li yılların popüler hip-hop vokallerinin ve DJ’lerin rap altyapılarının katılmasıyla oluşmuştu. Linkin Park ile tanınan bu yeni akımlar ciddi bir kesimin (doğal olarak müzik endüstrisinin) dikkatini çekmeyi başardı.

Numetal’i ve rap metal’i tek başına bir akımın içine yerleştirmek bu yanıyla çok mümkün olmasa da temelinde heavy metal ve hip-hop olduğu açık. 90’lı yıllarda bazı rock grupları metal müziğin üstüne Hip-Hop vokalleri denediler. Sert tonlardan uzak duran ciddi bir rock müzik dinleyici kitlesi vardı.

Bu kitle günlük hayat içerisinde etkisini gittikçe artıran hip-hop’a da yakın duruyordu. işte bu iki farklı müzik türünü bir potada eritme düşüncesi çıkış noktasında ticari olmasa da ardından çok ciddi bir pazar yaratmayı başardı. Kalite yerine doğrudan lise çağındaki gençliği hedefleyen bu gibi yeni akımlar 2000’li yılların başında rock’un başka bir noktaya evrilmesinin de adı oldu.

Yazı dizimiz boyunca ‘rock’u ve onun nasıl geliştiğini, günümüze gelirken ne tür aşamalardan geçtiğini anlatmaya çabaladık. Rock, sanayi toplumunun gelişmesine paralel bir gelişme göstererek karmaşıklaşmaya devam ediyor. Makineleşme döneminde mekanikleşen tınılar, üretimin gitgide bilgisayarlarla programlandığı günümüzde bir öncekine benzer bir şekilde elektronikleşiyor. Rock’un altın dönemi olan 70’li yıllara dönmemiz mümkün olmasa da üretim devam ediyor, yeni gruplar ve şarkılar ortaya çıkıyor. Bu devinimin önüne geçilmeyeceği de çok açık. Eskilerden daha farklı ve yine “iyi” albümler ve sanatçılarla tanışacağız… “Bu dünyaya ait olmamak” düşüncesiyle, ortaya başka müzik grupları çıkacak, aynı düşünceyi savunan başka müzik türleri…

Rock, dünyada neler olup bittiğine gözlerini açan bir dönem gençliğinin hayallerinin ve umutlarının müzikal olarak dışavurumuydu. Kapitalizmin ve endüstrinin onu kendi çıkarları doğrultusunda “moda” yapması da, emperyalizmin ‘rock’u dünya gençliğine karşı bir yozlaştırma aracı olarak kullanması da bu gerçeği değiştirmeyecek. ‘Rock’u şu an cılız da olsa emperyalizme karşı dünya halkları cephesinden kullananlar da var; olması da kaçınılamaz. Rock belli ki bir süre daha “alternatif” olmanın göstergesi olacak. Sisteme “ağır” eleştiriler getiren şarkıların pek çoğu yine rock olacak. Bundan en azından bizim kuşkumuz yok.

Teknik olarak ‘rock’un geçen kırk yıl içerisinde aldığı biçimler bundan sonra ne olacağı konusunda da bize ciddi ipuçları veriyor. Kırk yıl içerisinde yaklaşık 150 alt tür oluşturmuş rock. Birçok alt tür, bir başkası ile kesişmiş, birbirinden ayrılmış, içinden başka türler çıkarmış. Oturup ‘rock’la ilgili yazı yazmak bu açıdan bakıldığında çok da kolay değil… Folk Rock, Progressive Rock, Alternative Rock, Indie Rock, Britpop, Punk, Funk Metal, Hard Rock, Heavy Metal, Grunge, Garage, Underground, Rap Metal, Thrash Metal, Black Metal, Gothic Metal, Doom Metal, Hardcore, New Wave, Pop/Rock, Acid Rock… Bunları tek tek, gerek teknik gerek felsefe olarak değerlendirmek, önemli temsilcilerinden örnekler vermek, bırakın bu derginin sayfalarını, büyükçe bir kitabın sayfalarını da aşacaktır. Yazı boyunca dönemler ve alt türler incelenirken anlattıklarımıza yardımcı olması açısından bazı grupların, kişilerin ismini andık. Metallica gibi, Cranberries gibi, Alanis Morissette gibi ismini anmadığımız pek çok grup ve sanatçı da oldu. Bunu yapmamızda yine işlenen konunun genişliği etkili oldu. Konunun genişliği nedeniyle söylediklerimiz sanırız anlaşılmıştır.

Yazı boyunca ‘rock’un anavatanı olan İngiltere ve ABD dışındaki ülkelerdeki gelişimine değinmekten özellikle kaçındık. Bu, birçok şeyin birbirine karışmasına neden olacaktı. Çok rahat bir şekilde anlaşılabileceği gibi ‘rock’la birlikte onlarca ülkede onlarca alt tür ortaya çıktı. İngiltere dışında öncelikle kıta Avrupa’sına daha sonra da bütün dünyaya yayılan rock, ülkemizde de yerel motiflere dayanan yeni bir tür ortaya çıkardı: “Anadolu Rock/Pop” olarak adlandırılan bu alt tür, batıda ortaya çıkan ‘rock’u temel alıyor ama ezgilerde ülke topraklarına yaslanıyordu. Türkiye topraklarında ‘rock’un ortaya çıkışı, geçirdiği aşamalar ve bugün geldiği durum başlı başına başka bir araştırmanın konusunu oluşturacaktır. ‘Rock’un hemen her ülkede benzer bir sürece girdiğini biliyor olmak şimdilik yeterli olur.

‘Rock’u anlatırken ortalama olarak on yılda bir ortaya çıkan “yeni” ve kendini yenileyen alternatif türlerin, kısa süre içerisinde “moda” haline geldiğinin, bunun da endüstri tarafından pazara soluk aldırması için kullanıldığının altını çizdik. Müzik endüstrisi bu kapitalist karakteriyle her zaman böyle oldu, bu sistem olduğu sürece de endüstrinin davranışı yine üç aşağı beş yukarı bu şekilde olacaktır. Deneysel çalışmaları, bazen var olana olan tepkinin bazen de bir arayışın sonucu olarak ortaya çıkan “yeni” ürünleri pazar haline getirmenin ve bundan para kazanmanın oldukça zor olduğu gibi bir gerçek de var. Sistem şu şekilde işliyor: Deneysel çalışmalar genellikle küçük yapımcıların, ülkemizde de örnekleri bulunan “idealist” müzik şirketlerinin sırtına yükleniyor. Riski alan küçük işletmeler zor koşullarda bu “yeni” olanı piyasaya sokmaya çalışırken olanakların azlığı nedeniyle çoğu kez yeniliyor, geriliyor. Az da olsa başarı kazanan yapımları tekeller satın alıp bu “yeni” olanı bir anda moda yapıyor, milyonlara varan satış rakamlarına ulaşıyor. Tekeller kazanıyor, piyasa geçici bir nefes alırken tüketici “yeni” bir sürecin kültürel etkisi altına giriyor. Rock, buna en çok tanık olan müzik türlerinin başında gelir.

Büyük bir çoğunluğa göre ‘rock’un 60’lı yılların başında ortaya çıkışından 70’li yılların ikinci yarısındaki “serseri” ‘punk’a kadar olan dönem ‘rock’un altın dönemi olarak adlandırılır. Bu dönem, aslında, bir tür tanımlaması içermeyen “klasik rock” ifadesiyle anlatılır. Beton mahallelerde yaşayıp fabrikalarda çalışan insanların köye dönüş özleminde olduğu gibi ‘rock’un “altın dönemi”ne övgüler düzülür. Eskinin kalitesi göklere çıkartılırken bugünün kalitesizliği yerilir. Böyle olunca da hemen her “yeni” grup eskilerden ünlü bir şarkıyı “cover”(*) yapar, video klipler çekilir ve tekrarlamacı müzik de nihayetinde kendini tekrar eden bir müziğe dönüşür.

Bugün aradan geçen onca yıla rağmen “seçki” albümleriyle, “best of”larla pazar diri tutulmaya çalışılıyor. Yeni kuşaklara Pink Floyd dinlemeden, Beatles dinlemeden gerçek bir “rocker” olunamayacağı anlatılırken, Nirvana’nın efsane solisti “Kurt Cobain” tişörtleri hala yok satıyor. Aslında değişen bir şey yok, sistem kendini tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor.

Endüstri ne derse desin rock ortaya çıktığı dönemdeki “muhalif” ya da “alternatif” kimliğinden bir hayli uzaklaşmış durumda. Ama rock, bize göre hala, kültürel bağlarını ailelerinden gitgide daha erken yaşlarda koparan gençlerin bütünleşme ve yetkinleşme sürecini ifade ediyor. Çeşitlilik, gençliği kendi kültürüyle, kendi kahramanlarıyla ve kendi kavgalarıyla var olan ayrı bir toplum haline getirir. Sistem ise gençliğe gelecekteki “tüketici” görevini öğretir: Kurallara boyun eğmek, dünyadaki her şeyi sahiplenmeye çalışmak fakat bununla birlikte yetişkinlerden kendini ayırmak için de “yeni”nin peşinde koşmak. Böylece, sistem tarafından, hem gençliğin doğal muhalif-aydın yapısına engel konmamış, ama kontrollü kılınmış, hem de rock gibi gene doğası gereği muhalif-isyankâr bir misyonu olan müzik, tehlikeli kulvarlara sokulmamış olacaktır. Yine de, bu döngüye giren her genç bireysel de olsa özgürlüğün kanallarını bir parça aralayabilmiş demektir. Elbette, bu özgürlüğün grup ya da toplumsallaşması bireyin, bir sonraki pratiği ile ilgili olacaktır. Müziğe, bir mücadele ve devrimci pratik ve görevleri tamamlama alanı olarak bakılamayacağı ortadadır. Fakat bu pratik toplumsal ve mücadeleci kimliği başlatacak olan, bireysel özgürleşme hareketine kaynaklık eden, en azından bunla sınırlı olarak bırakılmaya çalışılan, ‘rock’, gene ezber bozan, sistem dışına taşan o ruhu ile toplumsal duyarlılıkları ve örgütlü mücadele gereksinimlerini de, bireyde yaratmak durumundadır. Ne mutlu ki, dokusu da, kökeni de, geleceği de buna uyumludur.
Müzik artık bir ilişki biçimidir, kimliktir. Bugün “Ne tür müzikten hoşlanıyorsun?”, “Kimi dinliyorsun?” sorularına verilen cevaplar ister istemez bir tavrı, bir duruşu, kimliği ifade etmektedir. Bir şeyin kalitesinin onun çok satıp-satmadığıyla ölçüldüğü günümüzde bu tür sorulara “iyi” ve “doğru” cevaplar vermenin ne kadar zor olduğu sanırız gözlerden kaçmayacaktır.

Rock; çırpınıyor –her zaman çırpınıyordu-, yenileniyor –her zaman yenileniyordu-, karmaşıklaşıyor –her zaman karmaşıktı- ve yaşıyor… Ve biz hala John Lennon’un “Düşle”sindeki gibi umutluyuz:

“Cennetin olmadığını hayal et / Denersen kolay olduğunu göreceksin / Altımızda cehennem yok / Üstümüzde sadece gökyüzü / Tüm insanların bugün için yaşadığını hayal et /

Ülkelerin olmadığını hayal et / Zor değil / Uğruna öldürecek ve ölecek bir şeyin olmadığını / din de yok / Tüm insanların barış içinde yaşadığını hayal et /

Hayalperest diyebilirsin bana / Ama tek değilim ben / Umarım bir gün sen de katılırsın bize / Ve bir bütün olur dünya o zaman

Malın ve mülkün olmadığını hayal et / Merak ediyorum, yapabilir misin bunu? / Ne açlık var ne aç gözlülük / Bütün insanlar kardeş / Bütün insanların dünyayı paylaştığını hayal et

23 Kasım 2009 Pazartesi

Sometimes I Feel Like Screaming!

Vizelerim bitti 3 gün önce saat 18.45 itibariyle. Sonundaaa! 3 haftalık eziyet de final dönemine kadar bitti. Tamı tamına 15 gün önce olduğumuz test sınavı hala açıklanmadı. Ellerinde mi okumaya çalışıyorlar anlamadım. Diğer sınavlar da aynı şekilde. Bir stres dalgasıyla açıyorum debisi sürekli. Of, sometimes I feel like screaming!

Dün istediğim gibi çizme aradım, ama yok yok yok! Fiyatlar da uçmuş zaten. Bir çizmeye 300lira vereceğime (hele ki İngiltere planları yaparken) o parayla 1 yıllık yeni pasaport çıkarttırıp(malum üzerindeki resmim ortaokuldan kalma) üstüne bir de beğendiğim şortu alırım, yetmezmiş gibi artan parayla da nargile bira keyfi yaparım. Tabi şöyle de bir şey var ki kim kaybetmiş de ben bulmuşum 300lirayı? Of, sometimes I feel like screaming!

Blogumun rengini sürekli değiştirip duruyorum. Yaptıklarımın hiçbiri içime sinmiyor. Arka planın kapkara olmasını istemiyorum, ama diğer yaptıklarım da çok kötü görünüyor gözüme. Orta yolu bulamadım bir türlü. İçime dert oldu. Of, sometimes I feel like screaming!

Şu anda sermaye piyasası analizi dersinde olmam gerekirken evde oturuyorum. Bu hafta okula gitmeme kararı aldım. Üşengeçlikten ölüyorum da ondan sanırım. Stres sonrası dinlenme falan bahane. Hiçbir şey yapmadan oturmak istiyorum bütün gün. Film izleyemeye, kitap okumaya bile üşeniyorum şu anda. Sıkılıyorum aslında, ama kendimi eğlendirmek için bir şey yapmaya çok üşeniyorum. Of, sometimes I feel like screaming!

O kadar söyledik ettik, sometimes I feel like screaming linki koymak lazımdı, olmadı, bulamadım malesef.

14 Kasım 2009 Cumartesi

E olmadı bir şey??

Allah allah bu işte bir tuhaflık var?? Her eylül ayında hayatımın en kötü olayları başıma gelirdi oysa? Bu yıl nasıl boş geçti ki. Eylül ayı laneti kalktı mı ki üzerimden?

8 Kasım 2009 Pazar

Hırsız oldum ben

En son bir şey çaldığımda 5 yaşlarındaydım. Daha doğrusu birazdan yazacaklarımı yaşamadan önce en son bir şey çaldığımda 5 yaşlarındaydım. Bu yaz bol bol çaldım bir şeyler. Bununla övünmüyorum ama komikti olaylar. O zamandan bu zamana olan ilk hırsızlığımı bu yaz 30 haziran günü yaptım. Kendi ülkemde olsaydım yapmazdım ama başka bir ülkede müthiş bir özgürlük sahibi oluyorsunuz. İnsan her şeyi yapabileceğini hissediyor.


Yağmur, Güneş, ben (kaçak olarak kaldığımız)yurda doğru yürüyorduk. O sırada bir kilisenin önünden geçerken kilisenin kapının önünde küçük alçı insan figürleri gördük. Büyük ihtimalle satmak için kapının önüne koymuşlardı ama ortalarda kimse görünmüyordu. Açıkçası hiç de umurumda değildi, zira epeyce gereksiz çirkin şeylerdi ve asla para vermezdim öyle bir şeye. 1-2 adım gitmiştik ki Yağmur geri dönüp incelemeye başladı bebekleri.

-Ben bir tane çalacağım ya çok beğendim şunu.
-Yağmur saçmalama be. (Nasıl da sorumluluk sahibiyim, nasıl..)
-Valla ya. Has.ktir kırıldı kafası. Neyse şu sarı şapkalıyı alıyorum ben.
-Hadi kızım görecek birisi al da gidelim.
(Tam harekete başladık, Ben Güneş'le Yağmur'un 1-2 adım arkasında yürürken..)
-Ya Aybü bana da bi' tane çalsana be. (Güneş'in de yoldan çıktığı an)
-Öf tamam alıyorum şunu.
-O çirkin şu diğerini al.
-Aq ben sizin. Al. Sikecem hee ben de şunu çalayım bari kendime. (Nasıl da meşrulaştırdım olayı birden..) Torbaya koyun torbaya. Kimse görmedi di mi? Hadi hızlı hızlı.

Ertesi günlerde o bebekleri kilisenin önünde bir daha göremedik. Nedenini anladık. Utanır gibi olduk, ama utanmadık güldük.

Birkaç gün sonra saat 10 gibi akşam yemeği yapıyorduk evde. Sıvı yağa ihtiyacımız vardı. Baktık bizimki bitmiş. Yaşadığımız evde de yaklaşık 20 kişi yaşıyor ve herkes mutfak malzemelerini, yiyeceklerini herkes için bölme ayrılmış açık raflara koyuyor. Portekiz'deki en kötü şeylerden biri bütün marketlerin, bakkalların en geç 9da kapanması. Eh, evde arkadaşlarımız da bizden pek hoşlanmadıkları için isteyemezdik de. O sırada mutfakta kimse yoktu. Yağmur işe el atmaya karar verdi:

-Bizim rafın üstündeki rafta var bir tane. Kimindi o raf? Durun durun ben çalayım.

10 saniye sonra tenceremizde yağ kızıyordu. Kızdıkça bütün mutfağı keskin bir koku kapladı. Terlemeye başladık hepimiz. İşin garibi yağ köpürdükçe köpürüyordu.

-Yağ böyle köpürür mü be Güneş? (Yağmur dayanamadı tabi şıp şıp terlememize ve burun direklerimizi kıran kokuya)
-Bırak onu bırak allah cezanızı vermesin tamam yağ değil o, çaktırmayın. (Mutfak insan kaynıyor bu anda)

Sirke çalmış benim mal kuzenim..

Diğer hırsızlık olayı tamamen bana ait. Gene 1-2 gün sonra sabaha karşı eve geldik. Bayağı da alkol almışız. Açlıktan sürme peynire saldırdık ama baktık ekmek yok. Tabi ekmek bir memlekette 2 euro olursa, 3 boğaza her gün her gün alınmaz. Kafam da kıyaktı baktım mutfakta kimse yok, gittim başkasının rafındaki bir pakete elimi daldırdım. Aldım 3-4 parça ekmek. Zaten artık çekinme falan kalmadı bende. Alın dedim güzel güzel yiyin.

Görüldüğü üzere ben artık yoldan çıktım. Küçük şeyler gerçi diyeceğim de hırsızlığın büyüğü küçüğü olmazmış. Ama ben de böyle bir şeyi Türkiye'de yapmam. Ecnebi yer diye her şeyin bokunu çıkardık tabi biz. Bok kafayız ya, o bakımdan.

7 Kasım 2009 Cumartesi

Ütopya

Keşke sabahtan akşama kadar kitap okusak, battaniyenin altında lost izlesek, sıcak çikolata içsek, sevgilimizle sarılarak uyusak, alkol alsak, müzik dinlesek. Vallahi de billahi de başka bir şey istemem.

6 Kasım 2009 Cuma

Kitap Kitap Kitap


Derse geç kaldım sabah. Zaten sadece sabahtan dersim vardı. Yaklaşık 20 dakika geç kalınca girmedim, sağda solda dolandım. Yarım saatlik bekleyişin ardından ara oldu ve kartımı bastım. İçerisi oldukça kalabalık olduğundan hemen girmek istemedim. Aranın bitmesini beklemek üzere D blokta dolanırken kitap tezgahı gördüm. Hemen koştum yanına. %50 indirim lafını görünce ben kendimi kaybettim tabi çok param varmış gibi. Bir sürü kitabı tek tek inceledim, kitaplara teker teker dokundum. Bugs Bunny ya da Tom ve Jerry'deki koku ele dönüşüp ikisinden birini çağırıyor, sonra da uçurarak kendine çekiyor ya, heh işte aynen öyle çekildim ben de. Ne kadar tezgahın başında kaldım bilmiyorum. Dayanamadım, son paramla 3 kitap aldım. Jean Christophe Grangé hastası biri olarak son kitabını almayı çok istiyordum. Onu aldım. Kütüphanemde Zar Adamın Peşinde var ama ilk kitap olan Zar Adam olmadığından okuyamamıştım, onu aldım. Bir de klasiklerden Demiryolu Serserileri'ni aldım. Kocaman bir gülümsemeyle tezgahtan ayrıldığımda saate baktım, ara çoktan bitmiş, ders yarılanmıştı. Eh, ben de tıpış tıpış eve geri döndüm. Bugün okula kitap almak için gitmişim demek ki.

27 Ekim 2009 Salı

Mezun Olamama Sorunum

Bu yıl mezun olamadım evet. Olmam gerekiyordu, ama tembelliğimden olamadım. Aslında böyle bir konuyu pek de dile getirmek istemiyordum. Kendime bile unutturmaya çalışırken tutup da bloga yazmak ne kadar doğru bilmiyorum. Bastırmaya çalışıyorum sürekli bu konuyla ilgili duygularımı, ama başlardaki gibi başarılı değilim bu konuda sanırım. Evet üzülüyorum, hem de deli gibi üzülüyorum. Herkes gibi 1-2 dersten uzasaydı çok daha rahat davranabilirdim. Ama değil işte öyle. Sürüsüyle dersim var ve nasıl bitecek hepsi hiçbir fikrim yok. Bitemezse diye ödüm kopuyor. Yeterince uzamışken biraz daha uzamasına ne kadar tahammül ederim bilmiyorum. Bütün arkadaşlarım mezun olmuşken, tek başına derslere girmek, öğle arasını nasıl geçireceğini kara kara düşünmek yeterince kötü zaten. Eskiden hoca dersi erken bitirince çok sevinirdim, şimdi ise daha çok yalnızlık anlamına geldiğinden nefret ediyorum. Kimseyle kaynaşmak, muhabbet etmek istemiyorum. İstiyorum da istemiyorum. İstemiyorum işte, neden ben de bilmiyorum. Daha ilk dönemim bitmemişken, deli gibi çalışmam lazımken ben bir de şimdiden 2. dönem için endişeleniyorum, üzülüyorum, paralıyorum kendimi. Zaten asıl mahveden beni 2. dönem derslerim. Evet çok dersim var, evet çok tembellik yaptım zamanında, evet hala da tembellik yaptığım oluyor, ve evet bu konuda çok salağım.

Bunları düşünmekten o kadar stres oluyorum ki bitmek tükenmeyen korkunç bir baş ağrısı oluştu bende. Stresten sürekli yiyorum, geceleri uyuyamıyorum kabus görüyorum, başım dayanılmaz bir şekilde ağrıyor, yüzüm sivilce doldu, kilo aldım, ota boka ağlıyorum ya da sinirleniyorum... Evet bunların hepsi sadece ve sadece okul ve dersler yüzünden oluyor. Ya da salaklığım yüzünden. Gerçi hepsi aynı kapıya çıkıyor; ya bunları baştan düşünecek kadar ya da başıma geldiğinde hiçbirini takmayacak kadar akıllı olacaktım.

Sanırım bunalıma girdim. Şu yazıyı yazarak birazcık olsun rahatlamayı bile fazla görüyorum kendimde. Siktir et diyorum kendi kendime edemesem de. Bu aralar sık sık kendimden nefret ederken buluyorum kendimi. Evet evet bunalıma girdim ben.

25 Ekim 2009 Pazar

Johnny Cash_Hurt

Çok uzun zamandır izlediğim en güzel video. Tek kelimeyle muhteşem

23 Ekim 2009 Cuma

Mektup!

Mektupları çok seviyorum. Göndermeyi, almayı, hepsini. Çok daha samimi geliyor boş bir e-mailden ya da bir mesajdan. Hatta aramaktan bile. Emek harcadığınız belli; karşı tarafı sevdiğiniz, önemsediğiniz daha bir belli. Yazarken her kelimede neler hissedilmiş, ne düşünülerek yazılmış anlaşılıyor. Mektubun yazılırkenki tarihi aslında. Kelimelerden çok daha ötesi var orada. Kelimeler, bahsedilmek istenen duygular apaçık. Her bir kelimenin teker teker bir geçmişi var. Üzerinde düşünülerek, duygu katılarak yazılmış, bakmadan yazdığınız bir sms gibi değil. Kaleminizin sayfaya dokunduğunda oluşturduğu her bir iz çok özel. Hepsi çok ama çok anlamlı. Mektubu yazanın yazarkenki düşündüklerini keşfetmeye çalışmak da ayrı bir güzelliktir benim için. Dün 2 mektup yazıp yolladım. İkisinin sahipleri de çok şaşıracak ve sevinecek biliyorum. Mektup yazmayı da, almayı da, bu şekilde insanları şaşırtıp sevindirmeyi çok seviyorum :)

22 Ekim 2009 Perşembe

Ay mi morena de mi corazon


Dans etmeyi özledim. Uzun zaman oldu dans etmeyeli. Bir dans kulübünde dans etmeyi zaten çok FAZLA özledim de, normal bir şekilde odamda müziği açıp doyasıya, çılgınlar gibi dans etmeyi özledim. Eh, ameliyat olduğumdan beri böyle hareketler yapamıyorum pek. Yapsam da cezasını çekiyorum. Malum dikişlerim sızım sızım sızlamaya başlıyor. Arka planda "desperado" çalarken böyle bir yazı yazmak daha zor. Hem ispanyol dansı hareketleri yapmamaya çalışmak, hem de dansı ne kadar özlediğimi kelimelere dökmek, ı- ıh. Çok zor. Bu da demek oluyor ki 8 ay sonra sahalara döndüğümde kimse beni tutamayacak. Sabaha kadar dans dans dans aq!

18 Ekim 2009 Pazar

4 ay oldu yahu

Vize çıkmasını beklerken bir de baktım, gidip gelmişim bile! Evet ekim ayının sonundayız ve ben anca yazıyorum :) Tembelim ya. Bir de içimden yazmak gelmedi hiç. Dolu dolu geçti aylarım, belki 30 yazı çıkardı ama yok, tık yok. Yazmadım. İstemedim. Neler oldu neler şu 4 ayda.. Ölümlerden mi dönmedim, yeni ufuklara yelken mi açmadım, geleceğimle ilgili önemli kararlar mı vermedim, 3 hafta boyunca ailesiz, yabancı bir yerde mi eğlenmedim, yüzsüzler tarafından evde işgale mi uğramadım.. Kısaca anlatayım bir iki şey.


Öncelikle 24 haziran sabahı İspanya aktarmalı olarak Portekiz'e geldik yağmurla. Lizbon berduşluğundan sonra ertesi gün Porto'ya gittik. 1-2 gün Duarte'larda, 1-2 gün de yurtta kaçak olarak kaldıktan sonra oda tuttuk kendimize. Sapık bir ev sahibi, bizden nefret eden ev arkadaşları, her türlü pislikten hastalanabilinecek bir ev ortamı ve gay yan oda arkadaşı, her gece içmek, gezmek eğlenmek, delilik yapmaktan sonra İzmir'e ayak bastık 14 temmuz sabahı.

Daha buraya alışamamışken bir akşam Küçük Park'ta otururken fenalaştım ve hastaneye kaldırıldım. Sonuç: iç kanama. Acil ameliyat ve hayati riskten kurtularaktan taburcu oldum 1 hafta sonra. Ağrı sızı derken okul başladı gene işte. Bir yandan okul, bir yandan kurs, bir yandan haftasonları Balıkesir.. Yorucu azcık, bir de stresli okul kısmı; ama fena değil :)

14 Haziran 2009 Pazar

Gel pazartesi gel

Bayağı olmuş yahu yazmayalı buraya. Bir dolu işim vardı çok meşguldüm bla bla bla diyip bahane bulmak istemiyorum, içimden gelmemişti. Evet hiç yazasım yoktu, kelimeler çıkmıyordu klavyemden adeta. Doğru zaman şimdiymiş demek ki.

Asıl diyeceğim şu ki; yarın büyük gün! Vize verip vermedikleri belli olacak. Vermişlerdir büyük ihtimal ama gene de çok heyecanlandım. Portekiz'in hayal olarak kalmasını istemiyorum. Zaten gitmiştim daha önce ama olsun çok seviyorum orayı. Hem Güneş de bizi bekliyor orada. Daha önceki yazılarımdan birinde (sanırım Çek Cumhuriyeti dönüşüydü) seneye Güneş'in yanına Portekiz'e gidersek süper olacak demiştim. Dırırırınnn!! O an geldiiiğğ!! Biletimiz hazır, görüşmeye gittik, bir onay kaldı konsolosluktan. Oley oley oley! Eğer o iş de olursa 24 haziranda gidiyoruz aptal yamörle. 3 hafta kalacağız tam. Artık her gece bar, parti, içki, eğlence, dans... :))) couchsurfing + yeni insanlar + biz + para = vuhuuuu :)

3 Şubat 2009 Salı

Quoted

No inmates allowed! No trespassing!
Ok.. I'm not. That's a heart’s abstact words I think.
Cannot love you. We are not meant to be each other.
"I don't have different feelings about you.”
“Ok ok.." But you could be the love of my life?
Well not for me.
"Sorry. Awww noo don't cryyy!! Please honey don't you cry. I still like you but not in that way”
“Sorry can't help it. Aww so cuttieee. dunno what to do without ya.. without touching ya, kissing ya, dreaming about ya.”
“Honey… please.. sugar... don't cry. I know but…”
Huggies
"I gotta go.. bye.. love of my life.."

2 Şubat 2009 Pazartesi

Don't Cry


Dont cry(original) - Guns N Roses
Bir Guns N' Roses şaheseri. Herkes bilmeli, dinlemeli. Bayılıyorum bu şarkıya. 96 saattir durmadan bu parça çalıyor playlistimde. Uyurken bile bunla uyuyorum. O derece etkiliyor beni. Sanırım 1-2 hafta daha sadece bu şarkıyı dinleyeceğim.

Talk to me softly
There is something in your eyes
Don't hang your head in sorrow
And please don't cry
I know how you feel inside I've
I've been there before
Somethin is changin' inside you
And don't you know

Don't you cry tonight
I still love you baby
Don't you cry tonight
Don't you cry tonight
There's a heaven above you baby
And don't you cry tonight

Give me a whisper
And give me a sign
Give me a kiss before you
tell me goodbye
Don't you take it so hard now
And please don't take it so bad
I'll still be thinkin' of you
And the times we had...baby

And don't you cry tonight
Don't you cry tonight
Don't you cry tonight
There's a heaven above you baby
And don't you cry tonight

And please remember that I never lied
And please remember
how I felt inside now honey
You gotta make it your own way
But you'll be alright now sugar
You'll feel better tomorrow
Come the morning light now baby

And don't you cry tonight
And don't you cry tonight
And don't you cry tonight
There's a heaven above you baby
And don't you cry
Don't you ever cry
Don't you cry tonight
Baby maybe someday
Don't you cry
Don't you ever cry
Don't you cry
Tonight

14 Ocak 2009 Çarşamba

Susmak


Konuşmak istiyorum ama konuşamıyorum. Boğazımda düğümleniyor kelimeler. Çığlık atmak, avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum, ses çıkmıyor ağzımdan. Hırsımı alamayıp ağlamak istiyorum, gözyaşlarımda boğulmak... Göz pınarlarım kurumuş bu defa da, inmiyor yaş aşağı. Derdimi anlatmak istiyorum, beynimin içindeki ses çığlık çığlığa: "Anlayın beni artık! Küçümsemeyin önemsediğim şeyleri!". Deniyorum, gene ses yok. Boğazımda dizilmiş kelimeler yine, çıkmaya korkuyorlar. Çıkmaktan korktukça içimde büyüyorlar, kanser gibi hücrelerimde çoğalıyorlar. İnsanın avazı çıktığı kadar susması böyle bir şeymiş. Ben konuşan bir dilsizim...

5 Ocak 2009 Pazartesi

2008

Ve 2008 yılı sonunda bitti. Çok ilginç bir yıl oldu benim için. Hatta yaşadığım en ilginç yıl olduğunu söyleyebilirim. Çok farklı tecrübeler edindim gerçekten. Fazlasıyla ilginç belki de... Başlangıcındayken sonunun bu kadar farklı olacağını söyleseler asla inanmazdım. Çok şey kazandım sanırım. Bir anda hız kazandı zaman. Ne olup bittiğini anlayamadım. Belki de hep özlem çektiğim ya da merak ettiğim hayatı yaşadım. Ne diyebilirim ki daha fazla.. Teşekkürler 2008 :) Bana bu kadar çok şey öğrettiğin için...

~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~

Geçen yılki korkunç yılbaşından sonra bu yıl eğlencenin dibine vurmaya karar verdik ve bunu yaptık da. Kalabalık bir grup olarak eğlenmeye gittik. Şarkılar, dans, içki derken müthiş zaman geçirdik. 7 saat boyunca dans ettik, kendimizi kaybettik. Geçen yılın acısı bayağı bir çıkardık. Yeni yıla nasıl girersen öyle devam eder derler ya, bakalım doğru mu. Bu teoriye göre bizim 2009 yılının her dakikasında harika zaman geçirmemiz lazım hehehe :) Fazla neşeli, eğlenceli girdik; umarım da öyle devam eder. Hadi bakalım gazamız mubarek olsun. Beklentilerim büyük senden 2009 :)