28 Aralık 2011 Çarşamba

Mimler mimler

Mim 1: Sycorox'tan çok yönlü blogger ödülü.

Ben bunu ne zamandır yapacaktım güya, ama tamamen unutmuşum. Şimdiye kısmet oldu artık ehehe :)

Ödül Kuralları:


1- Ödülü bize veren kişiye teşekkür ediyoruz ve blogunun linkini veriyoruz:

Bir süredir takip ettiğim Sycorox bana bu ödülü layık görmüş. Çok teşekkür ediyorum kendisine :)

2- Hakkımızda 7 gerçek paylaşıyoruz.

Geldik en zor kısma.

1-) Her ne kadar sallamaz, ilişkilere balıklama dalan, olmazsa da başkasını bulan biri gibi gözüksem de, içten içe çok romantik hayaller kurup bunların gerçekleşeceğine inanıyorum. Mr. Darcy'mi arıyorum desem abartmış olmam. İstediğim insan tam olarak o. Onun gibi bir aşk yaşamak istiyorum. Gerçeklerden de kopuk bir insanım görüldüğü üzere. 20'li yaşlarının ortasına gelmiş bir insan için tuhaf, ama olsun. Bulacağım.

2-)Rock'n roll'u çok geç keşfettiğimden ve bununla ilgili şeyleri (enstruman çalmayı öğrenmek, ilgili kulüplere üye olup benzer zevkli insanlarla tanışmak) es geçtiğimden üniversite hayatımı yeterince etkili kullanamadığımı düşünüyorum. Uzun süre benden çok farklı zevkleri olan insanlarla takılarak kendim olamadım. Bununla ilgili pişmanlıklarım var.

3-)Yabancı bir yerde yemek yiyeceksem "aç mısın" sorusuna "pek değil" cevabını veriyorum. Çünkü çok yemek seçiyorum ve sevmediğim bir şey olduğunda "ben onu sevmiyorum" demekte çok zorlanıyorum. Öyle demektense işi baştan garantiye alıyorum.

4-)Hamam böceğinden korktuğum ve iğrendiğim kadar hiçbir şey yoktur şu hayatta. Kendi evim olduğunda ya hamam böceği çıkarsa, ya odama kadar gelip de üstüme çıkarsa, ya tavandaysa ve suratıma düşerse, ya deprem olup da ev yıkılır ve enkaz aralarında hamam böcekleri gezinirse diye düşünmekten canım çıkıyor. Çok korkuyorum lan.

5-)Şimdiki modellere göre eski sayılan bir cep telefonum var ve çok memnunum. Bir telefona gidip de 2 milyar vermenin mantığını çözemiyorum. Bir ara gaza gelip "annemler bana hediye etsin yaee" demişliğim olsa da ne kadar gereksiz olduğunu ezelden beridir biliyorum. Gösteriş merakına da sadece gülüyorum.

6-)Sevdiğim grupların kıyafetleri, takıları, çantalarından başka bir şey giymek ve kullanmak istemiyorum hayatım boyunca. Sadece onları giysem bana yeter. Çok mutlu oluyorum onlar üzerimdeyken :)

7-)Ne kadar kendi evime çıkmak istesem de ailemden ayrı bir eve çıkmak bana çok ürkütücü görünüyor. Zaten ana kuzusu olaraktan yetiştim, hayatımda doğru düzgün iş yapmışlığım yok. Ne istesem elimin altında, her dediğim yapılıyor falan.

3- Sevdiğiniz 10 blogçuya bu ödülü verin ve verdiğinizi de haber verin:

Bühiii ben geç kaldığımdan ödül vereceğim herkes bu mimi yapmış zaten :(


Mim 2: Sweet Leaf'ten ruhunuz hangi renk.

Bunu da ne zamandır yapacaktım, yapayım bari artık ehe :)

1-Ruhunuz hangi renk?
2-İzlediğiniz blogcular sizce ne renk?

Beyaz: Temizlik, saflık ve güven hissi verir. Hüzünlendirir.
Siyah: Konsantrasyonu ve özgüveni artırır. Çoğu ülkede matemi temsil eder.
Mavi: Özgürlük hissi verir ve sakinleştirir.
Yeşil: Dinlendirir ve huzur verir.
Kırmızı: Tansiyonu ve kan akışını hızlandırır. İştah açar.
Sarı: İnsana heyecan ve canlılık verir. Dikkat çekicidir.
Mor: Bilinçaltını olumsuz etkiletebilir.
Pembe: Neşe, güven ve rahatlık verir.
Turuncu: İştah açar, yorgunluğu giderir.
Lacivert: Düşünce gücünü arttır, ciddiyet verir.
Kahverengi: Toplum içinde rahatlık ve güven verir.
Gri: Alçakgönüllüğü ve dengeyi ifade eder.

Sweet Leaf benim ruhumun pembe olduğunu düşünüyormuş. Ara ara mora dönüp sonra hoop tekrar pembeye dönüyor demiş. Açıkçası dengesiz demiş :p Şaka lan şaka öyle dememiş de, öyle deseymiş de doğru olurmuş. Kanımca beni en iyi anlatan renk de pembe aralarından. Mora dönüşlerim de çok doğru. Beni ne kadar iyi tanıdığını görüp şaşırdım resmen.

Blog yazarlarından sadece ikisinin ruhu hakkında yorum yapabileceğim, çünkü pek tanıdığım yazar yok açıkçası.

İlnevya'nın ruhu kahverengi bence. İyi bir insan olduğu her halinden belli, ama bunun yanında sizi rahatlatan, huzur veren, bir şey paylaştığınızda sizi yargılamayacak, güven veren birisi.

Sweet Leaf'in gri ve yeşil arasında bir yerlerde olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar o kendisini çok değişken ve diğer tabirle dengesiz görse de kendi içinde müthiş bir dengeye sahip. Alçakgönüllü, kendisi övmez asla. Ama bir yandan insanı dinlendiren ve huzur veren bir yanı da var. Siz derdinizi anlatın, o size şebeklik yapıp eğlendirsin sizi, dinlendirsin, huzur versin.

Başka da tanıdığım yok zaten. Gıah.

25 Aralık 2011 Pazar

Pride & Prejudice


Kaç kere izledim bu filmi bilmiyorum. 200 vardır ama herhalde. Kitabını da birkaç kez okudum. İnanılmaz derecede seviyorum. Normalde kitapların filmi güzel olmazken, burada bir nirvana söz konusu. Filmin müziklerinden tutun iyi düşünülmüş sahneleri, oyuncuları, her şeyi mükemmel. Dün geceden beri de üçüncü kez izliyorum. Salak bir hayranlıkla ekrana bakıp şapşal şapşal gülümsüyorum. Ben Jane Austen karakteri olmalıymışım zaten. Şöyle bir aşk yaşamak için, böyle bir adamla hayatımı geçirmek için çok rahat her şeyden vazgeçerdim. Daha saf, temiz ve güzel bir çift yok benim gözümde. Yarın birkaç kez daha izleyip gerçek dünyadan tamamen koparım artık.

18 Aralık 2011 Pazar

Kelimelerin yetersiz kaldığı çılgınlık

Refah seviyesi yüksek bir ülkede doğmak isterdim. Hayat=Para olmayan bir yerde yaşamak.. İstediğimiz mesleği yapardık ya da direkt mesleksiz olurduk. Neyden hoşlanıyorsak onu yapardık. Az bir parayla da yaşamımızı istediğimiz gibi idame ettirebilirdik. Hiçbir eksiğimiz de olmazdı. Hırs, para, tüketim çılgınlığı hayatın içine dahil olunca stres eksik olmuyor. Stresle baş edemeyip doktora gidiyoruz, sağlımızı kaybetmek pahasına kazandığımız paralarla yeniden sağlığımızı satın alıyoruz. Ne yapıyoruz biz allah aşkına? Nedir bu hırs?

Başkalarına gösteriş için yaşıyoruz biz. Sadece herkeste var diye istiyoruz maaşımız kadar -hatta birçok insan için fazla- olan I-Phonelar'ı. O yüzden giyiyoruz Ugglar'ı. Oraya buraya check-in yapınca, herkese nerede olduğumuzu gösterince neyi kanıtlıyoruz? "Bakın ben çok geziyorum, teşhir ihtiyacımı karşılıyorum, çok kaliteli mekanlara gidiyorum, çok sosyalim, bunların hepsini de sizin gözünüze sokuyorum."

Toplumsal sorumluluklarımızı hep başkalarının üstüne atıyoruz. Yaptığımız hayırlı tek bir şey yok. Bunun yanında hep de söyleniyoruz, eleştiriyoruz. Eyleme gelince de kılımızı kıpırdatmıyoruz, üşeniyoruz.

Eskisi bitmeden, bozulmadan yenisini alıyoruz. Ürettiğimiz bir şey olmadan devamlı tüketiyoruz. Borç harçla sahip olduğumuz parayı lükse yatırıyoruz. İnsanların doğru düzgün resimle, müzikle, sporla, onla bunla şunla ilgilendikleri yok. En büyük hobimiz alışveriş. Açgözlüyüz. Hep daha fazlasını istiyoruz. Hepsi bizim olsun istiyoruz. Zengin erkek bulup rahat yaşamak istiyoruz. Lüks arabalardan inmek istemiyoruz.

Peki bunları hak etmek için ne yapıyoruz?

Hep Gül

Sürprizleri severim. Bugün sabahın 9'unda onlardan biriyle uyandım. Güne iyi başlamam ve gün boyunca mutlu olmam için yapılmıştı ve tamamen işe yaradı.

Benden 6 yaş büyük bir ablam var. Yıllarımız birbirimizi yiyerek geçti. Sürekli kavga gürültü, saçma kıskançlıklar, birbirimizi sevmiyormuş gibi davranmalar, önemsiz göstermeye çalışmalar... Tipik abla-kardeş durumları. Benim üniversiteye başlamamla işler değişmeye başladı. Daha çok şey paylaşmaya başladık, daha anlayışlı olduk. Ben olgunlaştım tabi. Derken ablam evlendi. Ablamı paylaşmak çok zor geldi. 1 yıl boyunca ablama ve enişteme çok kötü davrandım. Onun önceliğinin benden başkası olmasını kabullenemedim.

Yıllar geçtikte abla kardeş ilişkimizde kimin abla kimin küçük kardeş olduğu karışmaya başladı. Roller değişti. Ben sürekli ona akıl veren, çağırdığında yardıma giden, gerektiğinde sabahlara kadar onun işlerini yapan kişi oldum. İşinde maaşı artsın diye gireceği yabancı dil sınavına ben çalıştırdım, yükselmesi için derslerini ben öğrettim, kilo vermesi için antrenörü ben oldum, tek başına altından kalkamayacağı işlere girdiğinde yanında hep ben oldum, onun önceliklerini kendi önceliklerimin önüne koydum, bir derdini, sıkıntısını anlattığında düzelmesi için her şeyi yaptım. O da maddi manevi dayanağım oldu benim. Ne zaman boğulacak gibi olsam yanına ilk gittiğim kişi oldu. Birbirimizi çok sevmemize rağmen gösteremediğimiz o sancılı ilişkiden böyle bir döneme geçtik.

O işteyken her gün, her an mailleşiyoruz. Onla bunla dalga geçiyoruz, gelecekle ilgili şeylerden bahsediyoruz, bunların yanında "çok sıkıldım, bunaldım, beni eğlendirsene moralim çok bozuk" dediğinde internet alemindeki bütün siteleri gezip komik olaylar, fıkralar, resimler bulup ona gönderiyorum.

Dün mesai esnasında yine böyle bir şey dedi. Ben de allah ne verdiyse yolladım. Morali düzeldi, çok güldü, mutlu mesut bitirdi mesaisini. Peki ben bugüne nasıl başladım? Kapı ziliyle. Evet, cumartesi günü sabahın 9'unda beni uyandıran kapı ziliyle. Çiçek gelmiş bana. Daha doğrusu gülen yüz kurabiyeli çiçek. Oyuncak ayıyla beraber. Çok şaşırdım, kimden gelmiş neymiş ne değilmiş derken kartı gördüm.

"İYİ Kİ VARSIN CANIM KARDEŞİM. HEP GÜL :)"

12 Aralık 2011 Pazartesi

Çiş meselesi

Düşünün ki çok yakışıklı/güzel biriyle buluştunuz. Ne diyeceğinizi, ne muhabbet açacağınızı bilemeden geçen gergin bir saatin ardından oldukça eğlenceli bir muhabbet ivmesi tutturdunuz. Karşılıklı ardı ardına bira yuvarlarken hafif kurlaşmalar da başladı. İmalı gülücükler, kaçamak bakışlar, karşı cinsle ilişkiler hakkında sorular... O anda birden masadan kalktınız. Neden? Çünkü lanet çişiniz geldi! Muhabbetin ve ortamın en tatlı yerinde tuvalet sırası bekleyip çişinizi yapmalısınız. Ama tabi alkol çok işettiğinden bunu birkaç kez daha tekrarlayacaksınız çok kısa süre sonra.

Diyelim ki uzun bir otobüs yolculuğuna çıkacaksınız. Kulaklıkları taktınız, kitabınızı açtınız, muavinin dağıttığı keki yediniz. Kitap okudukça hafiften uykunuz da geldi. Tam dalarken rahatsız olduğunuzu fark ettiniz. Neden? Çünkü lanet çişiniz geldi! Yetmezmiş gibi o lanet olasıca molaya saatler var. Tebrikler, inanılmaz rahatsız edici yolculuğunuzu sürekli çiş düşünerek geçirmeye hak kazandınız. Daha da kötüsü o yol bitmeyecek, saniyeler saatler gibi gelecek. Mola sonrasında gene aynını yaşayacaksınız. Bunun bir de uçak versiyonunu düşünelim. Hareket kapınıza geldiniz yarım saat-bir saat önce. Bekliyorsunuz. Beklerken bir tane de kahve içiyorsunuz gazete eşliğinde. Keyfiniz yerinde. Hafiften çişiniz gelir gibi oldu, ama yolcuları uçağa almaya başlayacaklar az sonra. Uçağa bindiniz, daracık araları olan koltuğunuza oturdunuz. Ama aklınızda tek bir şey var; çiş! Ve uçağın çük kadar tuvaletinde eziyet çekmek istemiyorsunuz. Bir saat dayanırım diye düşünürken uçağın kalkmak bilmemesi fikrinizi değiştiriyor. Ama o da ne? İkaz ışıkları yanarken yerinizden kalkmak yok! Çiş dolu idrar torbanız oturdukça sizi daha da rahatsız ediyor, içtiğiniz bir kahve on kahve boyutunda içeriden saldırıyor. İkaz ışıklarının sönmesi için bekleyip duruyorsunuz. O dakikalar geçmiyor.

Çok uykunuz var, yatağa atıyorsunuz kendinizi. Yüzünüzü yastığınıza dayayıp sıkıca sarılıyorsunuz yumuşacık kuş tüyü yastığınıza. Her şey çok güzel. Hayatınızın en mutlu anı. Ama dalmak üzereyken rahatsız oluyorsunuz. Neden? Çünkü lanet çişiniz geldi! Parmağınızı bile kıpırdatacak haliniz yok, ama çiş canavarı bir anda bütün uykunuzu emdi. Onu yapmadan uyumak yok size. İşkence çeke çeke yapıp geliyorsunuz. Şanslıysanız 5 dakika sonra tekrar tuvalete gidip yarım işemek zorunda kalmayacaksınız.

Bunları yazarken bile deli gibi çişim geldi. Senden nefret ediyorum çiş!

8 Aralık 2011 Perşembe

Kişiler üzerine çocukluk sanrıları

Bu defaki son derece kısa ve utanç verici bir liste. Çok salakmışım, kabul ediyorum :/ Özür dilerim David ve Alice. Sizin muhteşemliğinizi bilmiyordum o zamanlar.

  • David Bowie'yi marangoz ya da ağaç kesen elemanlardan sanıyordum. Terli ve kaslı bir tipti gözümde hep. Küçük yaşta adını nereden duydum hiç bilmiyorum. Ama benim için uzak bir kasabada gün içinde tek başına çalışıp akşam olunca terli terli güzel eşine sarılan biriydi. Evet, ilkokulda çok pembe dizi izliyordum.
  • Alice Cooper'ı -evet bu çok utanç verici- Alice Harikalar Diyarı'ndaki Alice sanıyordum :(
  • Okan Bayülgen'i milli takım basketbolcusu sanıyordum. Kendimi buna o kadar inandırmıştım ki bir maç esnasında "ama en iyi oyuncumuz Okan Bayülgen di mi anne?" demiştim. Dünyanın götü yere en yakın olan adamıyla ilgili bu sanrının kaynağını hala bulamadım.

    Bühi :(

29 Kasım 2011 Salı

Son derece ciddi liste

2012'ye girmemize az kalmışken yeni yılda yapmayı düşündüklerimin bir listesini oluşturdum. Ne de olsa 2012'nin sonunda topluca ölme gibi bir olasılığımız var, malum durum böyleyken yapmak istediklerimin bir kısmını aradan çıkartayım da gözüm arkada kalmasın. Listemdekileri yapabilmem için para da lazım tabi bol miktarda, banka soyma olasılığım da var. Eğer ki Mayalar götünden uydurmuşsa 2012'yi, bu listeyi ertesi yıla da sarkıtabilirim, banka soymadan falan.

1-)Bir haftasonunda Hollanda'ya gidip delicesine ot çekmek, mantar yemek, halüsinasyon görmek, space kekleri boğazımdan aşağı topluca tıkmak, sokakta o halde takılmak, onu bunu rahatsız etmek, gerekirse sokakta bayılıp kalmak. Onca ülkeye gittim, hunharca uyuşturucu madde alabilmenin yasal olduğu yere gitmedim. Şimdiki hedefim bu. Bahar aylarında bir miktar para denkleştirirsem yapacağım.

2-)Las Vegas'a gidip evlenmek. Bunu dün arkadaşıma teklif ettim ve kabul etti. Oradan bulduğumuz ilk kişiyle gidip evleneceğiz, rahip eşliğinde ya da bildiğin kağıt doldurup. Evlenmek için henüz çok gencim, zaten ilerde evlenip evlenmeme konusunda da kararsızım, gerek yok yani şu anda gerçek manada bir evliliğe. Orada gidip barlarda çılgınca eğlenirken birine rastlarım sarhoş ederim ve evleniriz. Ne de olsa "What happens in Vegas, stays in Vegas." Bildiğim kadarıyla orada yapılan evlilik sadece Vegas'ta geçerli oluyormuş zaten. Süper işte hehe :) 2012'de ölmezsek, para kısıtından dolayı bunu 2013'e kaydırabilirim. Ya da banka soyarım, bilemedim şimdi.

3-)Artık şu malum dövmeyi yaptırmak. O kadar çok konuştum, düşündüm, araştırdım ve hepsinin sonunda eli boş döndüm ki yaptırmadan ölürsem gözlerim faltaşı gibi açık kalacak, siz kapatmaya çalışsanız da kapanmayacak, o derece. Çok iyi bir portre dövmecisi bulup anlaşmalıyım. "Ya güzel olmazsa" korkusunu yaşatmayacak biriyle anlaşmalıyım hem de.

4-)Patronun Ewan Mcgregor'a benzediği bir iş bulmak. Bakın iş bulmak değil, Ewan kısmı çok önemli. Bu madde tam bir hedef sayılmaz tabii, şans ve evrene bol bol dua şart. Ewan'a benzemiyorsa ennn kötü ihtimalle Jason Dohring'in tıpa tıp aynısı olsun.

Normalde 5 maddeli oluyor listeler, ama benim sonuncuyu saymazsak 3 hedefim olduğundan daha fazla uzatamayacağım listeyi. 2012 aralıktan önce hangilerini yapabildim, hangilerini yapamadım yazarım buraya.

13 Kasım 2011 Pazar

Secret Garden

Son zamanlarda izlediğim en güzel dizilerden Secret Garden. Bir kore dizisi. Az önce son bölümünü de izledim. Biraz ütopik, bolca romantik, en çok da komik. Amerikan dizilerindeki karakterlerin tepkilerinden, bakışlarından, tarzlarından sıkılanlar için birebir. Animenin dizi vücuduna bürünmüş hali. Bütün karakterlerin tepkileri abartılı aynı animelerdeki gibi. Karakterlerin gelişimleri, değişimleri, ama buna rağmen çizgilerinden çıkmamaları çok başarılı ve kendini izleten en büyük unsur bana kalırsa. İçinde bol romantizm olan diziler genelde gerçeklik çizgisinden çok uzaklaşırlar, ama bu dizide (doğaüstü olaylar hariç) hayatın gerçekliğinden hiç kopmuyorlar. Dizinin bitiş sahnesi de bir harika. Romantizmden hoşlanıyorsanız şiddetle tavsiye ediyorum.



23 Ekim 2011 Pazar

Friends will be friends

Yaklaşık 1 hafta önce annem aradı, "rüyamda seni gördüm, sen evde tek başınayken çok büyük bir deprem oluyordu. Ev üstüne yıkılacak diye çok korktum, ama yıkılmadı. İyi misin?" dedi. O bunları derken ben bir yandan ağlıyordum. "Kötü durumlar var, moralim çok bozuk, çok kötüyüm, ama baksana yıkılmıyormuş ev başıma, düzelirim" dedim. Aileme pek içini açan birisi değilim. Kötü olduğumu, neye kötü olduğumu, hayatımda neler olup bittiğini bilmezler, söylemem. Söylemekten hoşlanmam. Bu kadar bilgilendirme bile yapmam normalde.

Arkadaşlarımla paylaşırım ama. Son zamanlarda çoğu arkadaşıma bir şekilde kendimi kapatmış olsam da konuşup içimi dökebildiğim birkaç arkadaşım var hala. Sonuna kadar naz yaptığım, bıkkınlık getirene kadar kendi sorunlarımı anlattığım, usanmadan olayları tekrar tekrar anlatıp ne kadar bok gibi olduğumu sıka bıktıra söylediğim arkadaşlarım. Bu bakımdan da aşırı bencillik yaptığım arkadaşlar. Aslında aileye yapılmalı bu kadar naz sanırım. Onlar bir şekilde çekmek zorunda, ama dünyadaki en büyük soruna sahipmişim gibi insanları kilitlemem ayrı bir boktanlık.

Bu telefonu aldığımda gerçekten iğrenç bir gün yaşıyordum. Hemen bir iki arkadaşımla teselli bulmaya çalıştım, özellikle biri bu sırada uzakta olmasına rağmen çırpındı durdu. Ertesi gün bu arkadaşımdan haber geldi. Kötü bir haber almıştı. Gerçek bir kötü haber. Benimkiler gibi nazlanma kötü haberi falan değil. Ama o kız gitti o haliyle yine bana moral vermeye uğraştı, yine beni iyi etmeye çalıştı. İçten içe kan ağlarken beni güldürmeye çalıştı. İçip dertleşirken benim ağlamalarımı o çekti, moralimi düzeltmeye çalıştı.

Evet boktan bir insanım falan da demeye çalıştığım o değil. Fedakar arkadaşlarla, duyarlı dostlarla her şey bir şekilde atlatılıyor. Kaybedilen güvenler, tükenmiş umutlar insanın hayatına yeniden dahil oluyor. Bazen bir bira eşliğinde konuşmadan oturmak ya da sessizce birlikte müzik dinlemek bile yetiyor hayata karşı duruşumuzu yeniden kazanmaya.

Arkadaşlar olmalı ya. Hatta arkadaşlar olacak:

18 Ekim 2011 Salı

.

Bilemiyorum. Algılayamıyorum. İnsanların neden bu kadar kötü olduklarını çözemiyorum. Başka birisini kırmaktan neden bu kadar zevk alırlar ki? Kendi egolarının tavan yapması uğruna başkalarınınkini ezen, toz haline getiren insanlar, bunu neden yapıyorsunuz? Bizim ne zararımız var ki size? Neden empatiden bu kadar yoksunsunuz ve istediklerinizin olması uğruna başkalarını bu kadar kolay harcıyorsunuz? Hissetmediklerinizi hissettiğinizi söylemek size ne kazandırıyor? Hevesleriniz, istekleriniz için yanlış yaptığınızın farkına varmanız neden bu kadar zor? Nasıl bu kadar pişkin olabiliyorsunuz? Neden dünyanın merkezinde kendiniz var sanıyorsunuz? Bu kadar oyun oynarken, yalan dolan döndürürken, içiniz nasıl bu kadar rahat olabiliyor? Nasıl bu kadar vicdansız, umursamaz oluyorsunuz? İnsanları daha fazla kırılamaz durumuna getirirken hiç üzülmüyorsunuz değil mi?

Biliyor musunuz sizden çok nefret ediyorum. Siz ki başkalarının sizin için yaptığı fedakarlıklara gülen, herkesi kolayca harcanabilir gören, duygulara gram önem vermeyen, herkesin ardından kolayca iş çevirebilen, kendini çok zeki sanan, herkesi parmağımda oynatayım diye düşünen aşağılıklarsınız.

Hayatta sizin gibi insanlar olmamalı. İnsan diyorum, ama insan olmadığınızın farkındayım. İnsanlarla oynamak sizin için sadece basit bir eğlence, bunu da biliyorum. Kendinizi ne zannettiğinizi merak etmiyor değilim. Ne tür bir boksunuz ki siz?

Umarım siz, türlü türlü acılar çekerek gün yüzü göremezsiniz. Yaptığınız her bokluk için ayrı ayrı pişman olursunuz, özür dilemek, ayaklara kapanmak istersiniz, ama ne kapanacak ayak bulabilirsiniz, ne de sizin rezil özürünüzü isteyen birilerini. Hayallerini çaldığınız her bir insana en kötü kabusunu yaşatıyorsunuz ya, işte sizin de asla mutlu anılarınız olamasın, hayal bile kuramayın, hep en kötü kabuslarınız gerçek olsun, sizinle olsun.

Ya da direkt ölün.

10 Ekim 2011 Pazartesi

Öyle bir arkadaş

Kucağımda elektrogitarla yazıyorum bu yazıyı. Arkadan yaklaşık 30. kez üst üste dinlediğim ve dinlemeye devam ettiğim Wish You Were Here çalıyor. Modum da gidip gelmekte. Sigara eksik şu anda sigara. Onu da içmiyorum ama bir tek o tamamlayabilir bu birleşimi.

Daha önceden blogumdan da bas bas bağırmıştım arkadaşsızlıktan ölüyorum diye. Çevremde kimse kalmadı. Herkes gitti başka başka şehirlere. Eften püften tanıdıklarım değildi gidenler. 9-10 yıllık dostlarımdan tutun, birlikte büyüdüğüm insanlara kadar bütün hayatımı anlamlaştıran insanlar gitti. Gittiler gitmesine de ben bir şey fark ettim şu son 4 günde.

Evet, en yakınlarım gitti, ama aslında birinin gitmesi beni arkadaşsız yapmış. Yani diğer 10'u gitseymiş de bir tek o kalsaymış ben yine arkadaşsızım diye bunalımlara girmezmişim. O gidince hayatımın anlamı gitmiş sanki. Birlikte büyüdüğüm 10 kişiye bedelmiş o meğerse.

4 gündür arkadaşım, hatta artık dostum olarak gördüğüm Sevil'de kalıyordum. Kötüydüm. Hala kötüyüm ama onda kalmasaydım şu yazıyı yazmamı sağlayacak kadar bile güzel şey hissedemeyecektim. O 4 gün çok iyi geldi bana. Yüzsüzce herkes otururken ben gerine gerine yatakta yayıldım, önümde bilgisayar, elimde bira. Bir sırtımı kaşımadıkları kaldı. Onu bile isteyebilirdim, öyle bir yüzsüzlük içindeydim. İnsanlar 5. yıl dönümlerini bile benimle geçirdiler. Her şey gerçekten çok güzeldi. Yerde klavyeyle oynarken kültablasını devirmemeye çalışan Sevil, tembellikte Midi'yle yarışarak devamlı bira içen ben, raid arasında kapıyı açıp gülerek "ee napıyorsunuz bakalım" diyen Onur.. Üzerine 4 gün boyunca deli gibi içip müzik dinlemek, gitar hasreti çekmek.. İşte o sırada ben bir şey fark ettim.

Benim hiçbir zaman çok arkadaşım olmadı ki. Birkaç kişi dışında zaten çok kişiyle görüşmüyordum ya da çok kişiyle paylaşmıyordum yaşamımı. Benim ihtiyacım olan şey dertleşebileceğim, içebileceğim, bol kahkahalı, bol depresyonlu, saçma salak konuşsam da yargılanmayacağım, bu sırada da istediğim müzikleri dinleyebileceğim bir ortamdı. Bunu bana sağlayan arkadaşım gittiğinde ben de bitmiştim. Çökmüştüm. Aradığım şey buydu. Özlediğim şey buydu. Beni arkadaşsızlıktan ölüp bitip geberdiğimi düşündürten şey buydu. İsterse o gidenlerin hepsi geri gelsin, ama ben böyle bir ortamda bulunmadığım sürece her zaman yalnızlık çekeceğim, arkadaşım yok diyeceğim. Aslında kastettiğim şey öyle bir arkadaşmış.

Öyle işte. İyi ki var yani Sevil. Seviyorum seni kızım. Çarparım ama suratına bilirsin.

29 Eylül 2011 Perşembe

Umutsuz olduğumuz anda

Yıllar önce bir hikaye okumuştum. Babası ve çocuğu balık tutmaya gidiyorlardı ve bir balık yakalıyorlardı. Yakaladıkları bu küçük balığı bir kovaya koyuyorlardı. Zaman geçiyordu, minik balık telaşlanıyordu. Ve sonunda balık ölmek üzereyken çocuk balığı alıp denize geri atıyordu. Babası bu hareketinin nedenini sorduğunda da "eğer bir gün o balık kadar çaresiz olursam, her zaman umudum olsun bir elin beni gelip kurtaracağına dair" diye cevap veriyordu. Beni çok etkilemişti bu hikaye.

Son 1 ayda tam 3 kez çok umutsuz hissettim kendimi. Hiçbir seferde o balık gelmedi ama aklıma. Battığım o kötü his ve umutsuzluğun içinden çıkamayacakmışım gibi düşünüyordum. "Tamam artık bitti! Benim için buraya kadarmış" dediğim her zaman olması öyle imkansız diye düşündüğüm şeyler oldu ki (hem de göz açıp kapayıncaya kadar!), o an yeniden canlandım ben. Sanki biri beni o balık gibi denize atıyordu durmadan. Her zaman bir umut var demeye getiriyordu.

Üçüncü umutsuzluğumu 1 haftadır yaşıyor(d)um. Daha az önce "keşke!" demiştim. Birden imkansız oldu gene. Ama aklıma o balık geldi bu defasında. Aklımdan hiç çıkmamasını umuyorum bu sefer.

24 Eylül 2011 Cumartesi

Cenabetlik

Sabahtan beri hiçbir şey yemediğinizi düşünün. Çok açsınız. Akşama doğru dışarıdan yemek söylüyorsunuz. Sancılı bir bekleyişin ardından cennetin sesi gibi gelen zil sesini duyuyorsunuz. Kapıya koşup anahtarı çeviriyorsunuz ama o da ne?! Kapı açılmıyor. Kilit inatla dönmüyor. 5 dakika, 10 dakika derken ciddi ciddi açılmıyor kapı. Adam da kapının önünde bekliyor. Adamı geçtim, içeride kilitli kaldınız ve evde yalnız yaşıyorsunuz. Siki tuttunuz yani. Ee ne bok yiyeceksiniz şimdi?

Evet eğer böyle bir durumla karşı karşıya kalırsanız yemeği getiren adamı aşağı indirin ve kapının anahtarını balkondan fırlatın. O açmaya uğraşsın. Başarıyorlar ama sonunda. Öyle yapın yani tavsiye ederim.

22 Eylül 2011 Perşembe

Eh bu da fena sayılmaz

Bu yazı şimdiye kadar yapmak isteyip de yapamadığım şeyleri yapma yazı olarak belirlemiştim. Bunu bilmiyordunuz tabii, şimdi öğrenmiş oldunuz (Sevil hariç hehe). Öyleydi benim için bu yaz.

Yapmak istediklerimden ilki dövme yaptırmaktı. Bir tane dövmem zaten var ama ikincisi Freddie olacaktı (Freddie Mercury demiyorum, Freddie diyorum. O kadar da samimiyiz artık). Dövme araştırmaları yaptım, birkaç kez yaptıracağım şeyi değiştirdim ve sonunda istediğim resmine karar verdim. Geriye dövmeci bulmak ve parayı denkleştirmek kalmıştı. Portre istediğimden ve bunu her dövmeci güzel yapamayacağından bayağı araştırdım. Ona sordum buna sordum, yolda tanımadığım dövmeli insanları çevirip sordum, güneşlenen insanların güneşi kestim ve sordum. Yeterince araştırmama rağmen nedense hiçbir yere yeterince güvenemedim. Bu arada para biriktirmeye devam edip aklıma yatan iyi bir dövmeci bulursam şak diye birden yaptırmaya karar verdim. Param vardı aslında, aşağı yukarı yeterdi de istediğim dövmeye, lakin yazı Çeşme'de geçirmek demek haftada 3-4 gün deli gibi para harcamak demekti. Her hafta dövme param azaldı, ertesi hafta yerine koymaya çalıştım. Eh, bu konuda pek de bir şey yapamadım yine de. En sonunda Ankara'dayken bir arkadaş vasıtasıyla dövme yapan birini buldum. Resmi gösterdim, yapabileceğini söyledi. Piyasanın çok da altında fiyat verdi arkadaşın tanıdığı olduğu için, ama nakit para istedi haliyle ve ben hazırlıksız yakalandım. O kadar miktar yoktu yanımda. Bu yazın yapılacaklar listesinin ilk sırasındaki maddeyi yapamadım yani. Uğraştım ama en azından. Bir de istediğim resmi buldum o iyi oldu. Tabii bu sırada dövme parasının da çoğunu yedim. Olsun, ilk maddenin yarısını yapmış kabul ediyorum kendimi.

Listenin ikinci sırasında elektrogitar öğrenmek vardı. Önce klasik gitarla mı başlasam yoksa direkt elektroyla mı bilemedim. Klasik gitar aldım önce bir tane. Birkaç kursla konuştum, o da olmadı. Çünkü devamlı olarak kaldığım bir yer yoktu. Çeşme'de kalıyordum, İzmir'e dönmek istiyordum, ama bu arada da sürekli Ankara'ya gidip geliyordum. Durum böyle olunca yaz bitimini beklemeye başladım. Bu arada da klasik değil elektrogitarla başlamak istediğime karar verdim. Arkadaşımın elektrogitarını ve amfisini aldım, sonrasında uygun bir kurs buldum İzmir'de. Konuştuk anlaştık ve kursa başladım 2 hafta önce. Şimdi dıngıdı dıngıdı çalmaya çalışıyorum evde.

Ucundan kıyısından yapmış sayıyorum 2. maddeyi. Geç de olsa başladım öğrenmeye ne de olsa. 2 hayalimden 1,5 tanesini gerçekleştirmiş sayıyor ve kendimi tebrik ediyorum. Evet.

16 Eylül 2011 Cuma

South Park Taşlaması

Hayatımda izlediğim en zekice işlenmiş çizgi filmlerden biridir South Park. Eleştiri anlamındaysa tartışmasız en tepesinde listemin. Bizim ülkemizde genellikle her şeye ve herkese gereksiz saldıran, küfreden, açık saçık, +18 terbiyesiz bir dizi olarak görülse de; derinlemesine anlamları olan özenle seçilmiş cümleler, çok zekice taşlamalar içeren, alakasız gibi görünen çılgın olayları birden günümüz olaylarına ve insan davranışına bağlayan dopdolu bir çizgi film. Güldürürken düşündüren cinsten. Evet, en çok da attığı taşların kafamıza kafamıza gelmesinden dolayı seviyorum. TV tarihinde görülmemiş derecede açık sözlü. Kimseden çekinmeden bütün çıplaklığıyla gerçekleri ortamıza fırlatabiliyorlar. Eleştirdiklerinin ise sınırı yok: Sistem, insanların kendisi, devlet, devlet adamları, dinler, İsa ve hatta Tanrı. Bir bakıma bütün oluşuma karşı çıktıkları oluyor; inançlarımızın, düşüncelerimizin neden bu kadar katı olduğunu sorgulamamızı sağlıyor. Son derece ütopik görünmesine rağmen gelmiş geçmiş en gerçekçi cümlelere sahip bir çizgi film var karşımızda. Birkaç örnek vermem gerekirse:


Sezon 8 Bölüm 8: Douche and Turd




South Park Elementary'de yeni maskot seçimi yapılacaktır, çünkü Peta "The Cows" yani "İnekler" maskotunu hayvanlara hakaret olarak algılamaktadır. Çocuklara bir liste dağıtılır ve o listeden bir maskotu seçmeleri gerektiği söylenir. O sırada bir öğrenci elindeki listeye bakarak şöyle der "Bu listede Hintliler diye bir seçenek var. Bu da bir hakaret, saldırı değil mi?" Öğretmen cevap verir:

"It's ok, Peta doesn't care about people".

Yani sorun değil, Peta zaten insanları önemsemiyor.

Devamda ise öğrenciler tarafından iki olası maskot seçiliyor ve bunlar arasında oylama yapılıyor. Maskotlardan biri "Giant Douche" yani dev dezenfekte suyu. Ama aynı zamanda douche kelimesi ahmak anlamına geldiğinden öğrenciler arasında bu kinaye çok beğeniliyor. Diğer seçenek ise "Turd Sandwich" yani boklu sandviç. Bu seçeneklerden hiçbirine oy vermek istemeyen Stan South Park'tan kovuluyor. Sonrasında Stan'le bir başkası arasında bir konuşma geçiyor ve Stan bir Douche(Ahmak) bir Turd(Bok) arasında seçim yapmak istemediğini, ikisinin de birbirinden beter olduğunu söylüyor. Bunun sonunda aldığı cevap ise şöyle:

"But Stan, don't you know, It's always between a douche and a turd. Nearly every election since the beginnig of time has been between some douche and some turd. They are the only people who suck up enough to make it that far in politics."

Anlamı ise zaten her zaman seçimlerde bir tarafın ahmak diğer tarafın da bok olduğu, zamanın başlangıcından beridir böyle olduğu, çünkü politikada o kadar ilerleyebilen kişilerin zaten iğrenç insanlar olduğu.


Sezon 9 Bölüm 8: Two Days Before The Day After Tomorrow



Stan ve Cartman hız motoruyla kunduz barajına çarparak yıkarlar ve sele neden olurlar. Kimseye bir şey söylemeyip olay yerinden hemen uzaklaşırlar. Barajın diğer tarafında yaşayan insanlar evlerinin çatısında hapis kalırlar. Devlet (ve insanlar) bir türlü yardıma gitmez ve vicdan azabı çeken Stan ailesine mahsur kalan insanlara yardım edilip edilmeyeceğini sorar. Annesiyle babası bu sırada sel felaketinin suçlusunu tartışmaya başlarlar, suçu çeşitli kurum ve kuruluşlara atarlar. Stan bunun üzerine şöyle der "But somebody's gonna help those people on their roof tops right?" Birisi onlara yardım edecek değil mi. Ailesinden gelen cevap ise hepimiz için çok düşündürücü:

"That's not important right now son. What's important is figuring out whose fault this is."

Yani bu önemli değil, önemli olan suçlunun kim olduğunu bulmamız. Tanıdık geldi mi?


Sezon 7 Bölüm 1: I'm a Little Bit Country



Savaş yanlıları ve karşıtları birbirlerine girerken, Stan, Kyle ve Cartman'a gazeteciler tarafından görüşleriyle ilgili sorular sorulur ve Amerika'nın kuruluşuyla ilgili pek bir şey bilmedikleri ortaya çıkar. Bunun üzerine öğretmenleri tarafından 1776 ile ilgili bir ödev yapmaları istenir. Amerika kurulurken savaş yanlısı mıydı değil miydi sorusunun cevabını ararlar. Cartman ödev için araştırma yapmak yerine kafasına bir şey vurarak 1776 yılıyla ilgili flashback görmeye çalışır ve bunu başarır da. Amerika'nın kurulduğu güne gider ve ülkenin politikasını Benjamin Franklin'in kendisinden öğrenir:

"We go to war and protest the war at the same time. Saying one thing and doing another. And we'll call that country: The United States of America."

Bizim ülkemizde böyle bir özeleştiri yapılsaydı sonucu hapishane olurdu en iyi ihtimalle. Bunlar sadece aklıma gelen birkaç örnek. Adamlar lafı gediğine oturtuyor valla.

12 Eylül 2011 Pazartesi

Son zamanlarda duyduğum en üzücü haber



Tüm sevenlerinin başı sağolsun. Gerçekten çok üzüldüm.

9 Eylül 2011 Cuma

Kediciklerim

Haziran ayında annem okulu bitirme hediyesi olarak sürprizi olduğunu, hemen Çeşme'ye gelmem gerektiğini söyledi. Ben de gene abidik gubidik bir şeyler aldığını düşünüp pek sallamadım, ama yine de ertesi gün Çeşme'ye gittim. Annem "sürpriiizzz" diyerekten bir kutu koydu önüme; içinde biri beyaz biri siyah iki tane avuç içi kadar kedi yavrusu, boyunlarında da fiyonk.. Gözlerime inanamadım, yıllardır kedi istediğimi bilen annem ölmek üzere olan bu kedi yavrularını bulmuş sokakta. Anneleri tarafından terk edilmişler. O da hemen kapmış getirmiş bahçeye.

Kedilerimle bu şekilde tanıştım işte. Önceleri annem "sadece senin için bak, normalde kedi sevmem biliyorsun" diyordu. Birkaç gün içinde hepimiz bağlandık onlara. "Eve asla giremezler" lafını yiyen bir annem, "bırakın atın şunları" lafını yiyen bir babam var benim. Her gün evin içinde eşyalarımızı karıştıran, dolaplarda kapalı kalıp geceyi orada mahsur geçiren, inatla çamaşır makinesine girmek isteyen kedileri bir güzel kabullendiler Çeşme'de. Artık kucak, yatak ve de ütü masası dışında bir yerde yatmıyor hanımefendiler.

Geldikten sonra 1 haftaya kalmadı ayaklandı kediciklerim. Hoplamaya zıplamaya, yemekleri doğru düzgün yemeye başladılar. Ancak bu sırada anne sütü içmedikleri için hastalandılar. İkisinin de tüyleri büyük miktarlarda dökülmeye başladı, suratlarında, ağızlarında yaralar çıkmaya başladı. Hele beyaz olan garibim hilkat garibesine döndü. Gözleri şişti, biri kapandı, vücudu kızardı.. Çantamıza atıp veterinere götürdük ikisini de. Doktorun verdiği ilaçları düzenli olarak kullandık, tamamen düzeldi bebişler.

Bu sırada gelip gidenimiz çok oldu tabi. Herkes "ay ben kedi sevmem, köpek severim" diyerek geldi, kedilerle sarmaş dolaş yatmak isteyerek gitti. Özlem duyarak geri gelenler mi ararsınız, sadece kedilerin nasıl olduğunu öğrenmek için arayanlar mı, fotoğraflarını isteyip özlem giderenler mi..

Şimdi kedilerim çok büyüdü, çok güzelleşti. Ancak onlardan ayrılmam gerekiyor. Hiç ama hiç istemiyorum, bunun için her türlü baskıyı yaptım ama babam İzmir'deki evde istemiyor onları. Ekim sonuna kadar rahatlar ama ekimden sonrası muamma. Onlar ev kedisi olarak yetişti, sokakta yapamazlar ki. Kendilerinden küçük sokak kedileri pençe attı mı nereye kaçacaklarını bilemiyorlar. Kuşlardan korkuyorlar, bir gün tavşan gördüler diye gece köşede bir yere saklanarak uyumuşlar. Ne köpek gördüler hayatlarında, ne yemek aradılar çöpte. Beyaz olan kafası okşanmadan uyuyamıyor, siyah olansa kucağa yatıp kıyafet emmeden.. Bir arkadaşım belki alabileceğini söyledi, o da kesin değil tabi. Çok üzülüyorum kedilerim gidecek diye çok!

16 Ağustos 2011 Salı

Strawberry Fields Forever

Beatles'ı sevmemin en büyük nedenlerinden biri beni tamamen gerçeklikten uzaklaştırıp hayal alemine dalmamı sağlamalarıdır.







9 Ağustos 2011 Salı

Tanımadığım biriyle konuşmaya, geyik yapmaya, gülmeye, biraz da dertleşmeye ihtiyacım var.

2 Ağustos 2011 Salı

Hayatımıza geç giren güzellikler

Çok çekingen bir çocuktum ben. Birkaç tane arkadaşım vardı ve sosyalleşmek benim için çok zordu. İlkokulda öğretmenim ısrar etmeseydi asla hentbol takımına giremezdim. Benim için ne kadar tanımadık insan, o kadar büyük bir sorun demekti.

Annem beni dansa yazdırmak istediğinde de bu yüzden şiddetle hayır demiştim. Kendisi uzun zaman dans etmişti ve benim de en azından bu şekilde bir hobimin olmasını, değişik insanlarla tanışmamı, seyahatlere çıkmamı istiyordu. Yıllar boyunca kabul etmedim. Utanırım ben deyip durdum.

Yıllar sonra üniversitede aynı annem gibi dansa başladım ben de. Hayata bakışımı tamamen değiştirdi dans. Gerek estetik olarak, gerek kültürel olarak, gerek insanlarla anlaşma olarak, gerek seyahat olarak bambaşka ışıklar getirdi hayatıma. Çekingenliğim yüzünden neler kaybettiğimi görünce çok üzüldüm. Hayatıma çok geç giren bir güzellikti bu.

Müzikle uğraşmak da aynı şeydi benim için. Yabancı insanların olduğu gidilmesi gereken kurslar, tanımadığım öğretmenler ve dahasıydı. Oysaki küçükken piyano çalmayı öğrenmeyi çok isterdim. Yazları İstanbul'a giderdik ve ben bütün gün en alt katta eniştemin piyanosunu çalmaya çalışırdım. Herkes üst katta beni dinlerdi, çok hoşlarına giderdi. Buna rağmen kimse elimden tutup müziğe yönlendirmedi beni. Yapmaya çalışsalardı da utangaçlığım yüzünden kabul etmezdim. Ama yine de keşke ısrar etselerdi, üzerime gelselerdi..

Müzik hayatıma çok geç girdi. Ancak üniversitede ayrı olarak ilgimi çekmeye başladı. Sanırım çekingenliğimden önemli anlamda kurtulduğum yer üniversiteydi ve bunun için dans da müzik de çok ilginç gelmeye başlamıştı. Her şeyden önce "Rock" kavramı girdi hayatıma, birkaç yıl sonra da felsefemi oluşturan "Rock N' Roll" kavramı. İlk dinlediğim rock grubu Red Hot Chili Peppers'tı, ama beni bugünkü durumuma getiren 'şey' kesinlikle Beatles oldu. Müzik benim için bambaşka bir kavram haline geldi; bir hayat felsefesi, bir yaşam şekli..

Daha fazla dayanamayarak kendime gitar aldım bu yaz. Geciktirilmiş bir hayal.. Ama artık ne istediğimi biliyorum. Şu gitar işini iyice çözdükten sonra da kendime elektro gitar alacağım. Bu isteklerimi gerçekleştirmeye çalıştığım yaşın 23-24 olması ne acı. İçimde bunun ezikliğini duyuyorum. Çalışma hayatı değil, üniversite hayatı bunları yapmak için birebirdi ve ben bu fırsatı kaçırdım. Özellikle küçüklüğünden beri müzikle iç içe olanlara çok özenirim. Bir enstürman çalarak büyümek, müzikle iç içe yaşayarak olgunlaşmak, çocukken bile Beatles'ı bilmek, Queen'i bilmek, Freddie'ye hayran olmak..

Hayatıma çok geç girdi bu güzellik de. Umarım bundan sonra hayatımdan asla ama asla çıkmaz, ben de hayallerimin bir kısmını gerçekleştirebilirim en azından.

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Coldplay fiyaskosu

Bir zamanlar en sevdiğim gruplardan biriydi Coldplay. Hala severim(sanırım), arada dinlerim orası ayrı. Ama artık eskisi gibi tat vermiyor bana. Son albümlerinden sonra bunu iyice anladım. Birbirine benzeyen şarkılar, özensiz soundlar, popa kaymış bir rock çizgisi... Adamlar yetenekli, eski albümleri iyiydi aslında, ama git gide popüler rock'a kaymaları sinirimi bozuyor. Bir de bu yazıyı Led Zeppelin III dinlerken yazıyorum, bir Since I've Been Loving You'ya bakıyorum, bir de Coldplay'e. I-ıh olmuyor, olmamış. Piyasa kaygısı mı duymaya başladılar, ya da hep böyleydiler de ben mi fark etmiyordum bilmiyorum. Neyse, bahsettiğim şarkının linkini de vereyim tam olsun.


Not: Sevil hep seni andım bunları yazarken.

17 Haziran 2011 Cuma



Hayatımda ilk kez Ankara'yı özleyeceğim..

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Züppeyun

Geçen hafta bilgisayarın karşısında otururken bir telefon aldım. İnanılmaz sinirlendim, kötü hissettim kendimi ve uzaklaşmalıyım burdan diyerek sonraki ilk uçak zamanına baktım, kol çantamı aldım ve çıktım evden. 2 dakika bile sürmedi. Birkaç saat sonra ankarada arkadaşımın yanında buldum kendimi. O 1 hafta nasıl iyi geldi nasıl.. Bir dolu insanla tanıştım. Genelini bıyıklı kızlar oluştursa da gayet hoş ve kafa erkeklerle tanıştım, grupçana gezdik, eğlendik, 7 gün sarhoş dolaştık, İzmirliler'i orada da bulduk ve bolcana dedikodu yaptık, inek bayramına katıldık, bir hocanın yüzüne sikimde değilsin götümün hocası bile dedik. Kafayı dağıtacak her şeyi yaptık yani. Yenilendim resmen yahu. Bundan sonra bunaldığımda gideceğim ilk adres Ankara olacak. Şehir bok gibi, insanları kıro ve genelde de beş para etmez ama sevdiceklerimiz orada işte.

Sizi yaratık arkadaşımla tanıştırayım :)

25 Nisan 2011 Pazartesi

Rabbim affetsin

Supernatural dizisinde işin içine şeytanın, meleklerin ve tanrının girmesiyle bir izleyicinin şöyle bir yorum yaptığını gördüm: "inşallah rabbim böyle şeyleri izlediğimiz için günahlarımızı affeder."

Ne güldürdün beni hayalET_27 :) Rabbin inşallah affeder ne diyeyim..

20 Nisan 2011 Çarşamba

Hoşçakal Steve Carell :( That's what she said!

Michael Scott'ımızın gidişi üzerine yapılan 2 bölümün yayınlanmasına az kaldı. Bilmiyorum, bu komedi dizisinde ağlayacağımı tahmin etmezdim. Ama Michael'ın gitmesine çok çok üzülüyorum. The Office hayatımda seyrettiğim en komik dizi. Gülmeniz gereken yerlerde kahkaha efekti çıkan klişe dizilerden değil. Karakterler üzerine kurulu bir komedi. Ve bu komedinin başrol oyuncusu Steve Carell da 7. sezonun sonunda (yani 2 bölüm sonra) diziden ayrılıyor. Tabiki de diziyi izlemeye devam edeceğim. Çünkü dediğim gibi bu bir karakter dizisi. Sadece başrol oyuncusuna bağlı bir dizi değil. Ofiste çalışan her karakterin ayrı bir komikliği var. Ayrı davranışları, ayrı tuhaflıkları var. Ama yine de The Office, Michael Scott'sız biraz eksik olacak. Onu çok özleyeceğiz. Son olarak.. That's what she said!







Özgürlükçü ve eşitlikçi olma kriterinin türbana evet deyip dememe olduğu bir dönemdeyiz. Ensenizden çıkan 2. başa selamlar.

12 Nisan 2011 Salı

Son günlerden kısa kısa

  • Havaların ısınmasıyla, yazın da yaklaşmasıyla nişandır düğündür çevremizde tavan yaptı. Her hafta birinin evlilik bilmemnesindeyim. Paso kendimi ortaya atıp oynuyorum, insanları zorla piste çekiyorum, bitmeyen bir istekle "abe kaynanam ne yaptın bize, ne yaptın bize, biz birbirimizi çok sevdik, kaçıyoz bizee" eşliğinde göbek atıyorum, davulcuyu yanıma alıp coşuyorum, "damat halayııı" diye bağırarak istek yapıyorum, halayın başını çekiyorum... Durdulamaz bir düğün dernek dansı isteği var içimde.
  • Sınav dönemindeyim. Okulumu 6. yılımda bitirmeye çalışıyorum. Hırsla kendimi hukuk fakültesine hapsediyorum, bol bol küfrediyorum, bel altı espriler yapıyorum, gereksiz konuşuyorum. Kendimce stresimi azaltmaya çalışıyorum.
  • Arkadaşımın kötü bir döneme girmesiyle İngiltere planını kısmen iptal ederek (veyahut erteleyerek) zaman çatışması yaşadığımız, uzun zamandır konuştuğumuz James Blunt konserine paraya kıyıp en ön sıradan 2 kişilik bilet aldım. Ola ki televizyonda, videolarda şuursuzca sahneye atlayan manyak rezil bir kız görürseniz, o benim.
  • Mütemadiyen içiyorum. Nerede deniz, müzik, içki, eğlence orada ben. Son 1 haftadır ayık gezdiğim zaman sayılıdır. Son olarak sarhoşluktan hesabı ödemeden kalkmamızla kendimi frenlemeye karar verdim. Lakin evdeki plan çarşıya uymuyor, haftasonu gene eğlencedeyim gibi görünüyor.
  • 3-4 gündür Angus Young'ın aslında benden daha genç olduğunu düşünüyorum. Dede olarak göremiyorum kendisini asla. Bildiğin ortaokul çocuğu hala yahu. Anneme göreyse "cinayet müziği yapan yaşlı bir katil." Orası ayrı bir konu tabi..
  • Kendimi stresten alışverişe ve yemeğe verdim. Geçen gün kendimi iphone ve Norveç'e uçak bileti almaya çalışırken yakaladım. Hangi parayla alacaksam.. Arada hipnoza giriyorum sanırım. Bu anlardan birinde babamı büyük bir zarara uğratacağım galiba. Fil olma yolunda ilerlediğimi söylemiş miydim?

31 Mart 2011 Perşembe

Kayıtsızlık

Kardeşini seç sitesinden birkaç yıl önce en yakın arkadaşımla bir kardeş edinmiştik: Saliha. Diyarbakırlı fakir bir kız. Bu süre zarfında sürekli mektuplaştık, telefonlaştık. Elimizden geldiğince yardım etmeye çalıştık Saliha'ya. Ancak Saliha'nın 6 kardeşi daha var ve sadece ona yardım edip diğerlerini umursamamak olmazdı. Öğrenci halimizle çabaladık, ailelerimiz de destekledi bizi. Gerektiğinde çevremizdeki arkadaşlarımız da bizimle birlik oldu.

2 gün önce gene mektup geldi Saliha'dan. Geçen sefer bebek göndermiştik, kardeşi çok sevinmiş, çok minnettarlarmış, bizimle görüşmek istiyorlarmış. Biz de onlar mutlu olunca daha da mutlu olduk. Mektubu boş göndermediğimiz için bir şeyler alalım dedik. Darda olduğumuzdan hepsini mutlu edemeyeceğimiz anladık ve birkaç arkadaşa haber saldık. Bize para yardımı yapacaklarını söylediler sağolsunlar.. Bu işi daha da büyütelim, parası olanlardan 1-2 lira da olsa alalım, ayakkabı, kıyafet, bebek, toka.. ne ihtiyaçları varsa alıp sevindirelim çocukları dedik.

Okuldaki hocaların kapısını tek tek çalıp durumu anlatıp yardım istemeye karar verdim. Rastgele bir odaya girdim ve Diyarbakırlı küçük çocuklar için elimizden geleni yapmaya çalıştığımızı, bunun için yardım topladığımızı, isterse kendisinin de 1-2 lira katkıda bulunabileceğini söyledim. Kadın bana "maliye bakanlığından yardım makbuzu vermediğiniz sürece yasal değil o. Yasak bir iş yapıyorsunuz. Olmaz" dedi. Böyle bir cevap alacağımı hiç tahmin etmemiştim açıkçası.. Yardım için vereceği 1 lira yasal olmasa ne olur? Makbuz veremeyecek olmam benim bir dolandırıcı olduğum anlamına gelmiyor. Kadın bunu ima etse de kimsenin de 1 lirasına muhtaç değilim. Ama muhtaç olanlar var işte.. Nedir bu kayıtsızlık, bu umursamazlık? O kadın, o eğitimci, profesör olmuş ama insan olamamış. Çok acı.. Vermediği iyi oldu aslında, onun eğilerek verdiği para benim zaten işime yaramazdı.

Para vermek istememesi bile değil aslında sorun. Karşısındakini yalancı yerine koyup üstüne bahane uydurması..

3 Mart 2011 Perşembe

Bloguma Dokunma!

Türkiye'de yaşamaktan çok memnunum. Her türlü özgürlüğe sahibiz. İleri demokrasi var burada. "Yetmez ama evet"lerin ülkesi burası. İçki içen insanlara durduk yere sarhoşluk cezası kesenleri göremezsiniz. Kimse kimseye karışmaz. Konuşma özgürlüğünüz vardır ilk olarak. Dilediğinizce konuşabilirsiniz, istediğinizi düşünebilirsiniz. Kimse alınmaz, sizi tutuklamaya kalkmaz, onca ülke sorunuyla ilgilenmek yerine çocuğu-hatta torunu- yaşındakilere dava açmaz. Düşünce özgürlüğü vardır yahu! Birilerini sevmek zorunda değilsinizdir, istediğiniz gibi eleştirebilirsiniz. Herkes birbirine saygılıdır. Değişik yaşam tarzlarına saygımız sonsuzdur. Kimse kimseyi değiştirmeye çalışmaz. İleri demokrasi adı altında kendi isteklerini empoze eden ülkelerden değiliz biz! İsteyen istediği gibi yazma özgürlüğüne de sahiptir. Klavye, kalem fark etmez. Blogumun adını böyle koymam da tamamen eğlencesine. Dedim ya özgürüz burada..

Nah özgürüz!


24 Şubat 2011 Perşembe

Queen dinlenirken dikkat edilmesi gereken hususlar

  • Öncelikle dinlemeye başlamadan önce iki kez düşünün. Zira sonrasında pek çok grup size tırt gelmeye başlayabilir.
  • Another One Bites the Dust dinliyorsanız dikkatli olun. Kafa sallama hareketi tamam da kendinizi kaptırıp oturduğunuz yerde kıç atma hareketi hiç hoş değil.
  • Hayır, siz söylediğinizde öyle olmuyor.
  • Radio Gaga'daki Gaga'yı Lady Gaga'dakiyle karıştırmayın.
  • Evet, Under Pressure'ın girişi çok tanıdık geldi biliyoruz. Orası Vanilla Sky'ın değil normalde. Queen'den alıntı bölümdür.
  • Brian May'in sololarının gazıyla elinizde elektrogitar varmış gibi yapmanız, o soloyu gerçekten de çalıyor olduğunuz anlamına gelmiyor.
  • Innuendo'nun klibini hemen açmayın. Klip zevkinizin çıtası son noktaya ulaşmasın.
  • Queen live at Wembley '86 eşliğinde dinliyorsanız A Kind of Magic şarkısından sonra "eeeeelelelelle" demeye başlamayın. Freddie Mercury'de ne kadar karizmatik duruyorsa sizde o kadar komik duruyor.
  • En sonunda durun ve Freddie Mercury'nin uzun zamandır aramızda olmadığını hatırlayın.

23 Şubat 2011 Çarşamba

"Ahh nasıl özledim seni bir bilsen bir görebilsen şu halimi ablacım..."

Bir arkadaşın iletisinde gördüm bunu.
Ablasını 8 ay önce kaybeden bir arkadaşın.. Bunu görene kadar çok neşeliydim, bıçakla kesilmiş gibi gitti neşem. Durgunlaştım, durdum, düşündüm.. Ya benim ablam olsaydı o giden.. Ya o iletiyi ben yazmak zorunda kalsaydım.. Ya benim facebook'um taziye mesajlarıyla dolmuş olsaydı..

Hayat kırgınlıklar için, saçma küslükler için çok kısa. Bu kısacık sürede bunu çok daha iyi anladım..

14 Şubat 2011 Pazartesi

Sevgililer gününü sevmeyen kahramanlar

Gene bir 14 Şubat geldi, herkes facebook'ta orada burada şahlanmaya başladı. İletilerini hali hazırda bekletiyormuş herhalde herkes. "Amaaan 14 şubat da neymiş, sevgilimle bana her gün 14 şubat." "14 şubatı kutlamıyoruz biz sevgilimle. Kutlayan zavallılardan değiliz." "Milletin sevgilisi öküz tabi, anca 14 şubatta hatırlıyor sevgilisini. Benimki öyle mi.. Biz her gün sevişiyoruz." "Ne gereksiz bir gün. Bir de böyle birbirlerine hediye falan alıyorlar ya ıyyy!"

14 şubatın ne kadar iğrenç, fuzuli, saçma bir gün olduğundan dem vuranlar, nedense bu günü iletilerinden ayırmayan insanlarla aynı. Sana göre bu "gereksiz" günü laflarınla itin götüne sokacağına, gerçekten önemsiz gibi davran. Es geç. Ama nedense herkes kendi büyük, kusursuz aşkının sadece bir günle sınırlı olmadığını gösterme çabasında. Sevgilinle aran çok iyi olabilir, tamam. Ama bunu bize kanıtlama çabası neden? Bu gösteriş yapma çabası neden? Kutlayanların ne kadar lame olduğunu gösterme çabası neden?

2 yıldır sevgililer gününü bir kız arkadaşımla geçiriyorum. Sevgilim olsun ya da olmasın onunlayım. Bu benim hoşuma gidiyor. Ama siz kahramanlar gibi bunu facebook iletimlerimde böbürlenerek göstermiyorum (evet çok mübarek insanım ben.) Sevgililer gününü sevgilimle kutlayan biri de olabilirdim ve bu sizi o kadar ilgilendirmezdi ki.. Ve inanın siz kahramanlardan daha insan olurdum.

23 Ocak 2011 Pazar

İntikam soğuk yenen bir yemekmiş

Yaptığıma pişman mıyım? Asla.

14 Ocak 2011 Cuma

Güldüğüm saçma salak şeyler

Ciddi anlamda espri anlayışımda bir gerileme söz konusu. Kaliteli espri yapmayı bırakın, birisi tarafından yapıldığında yüz kaslarımdan bir tanesi bile oynamıyor. İnce ve komik olduğunun farkındayım söylenenin, ama beynimden dudaklarıma sinyal gitmiyor. Hayır, nasıl bu hale geldim ben de bilmiyorum. Nerede IQ seviyesi -10 olanlar için yapılan espriler var (hatta espri demeye dilim bile varmıyor, cümlemsiler diyelim) onlara kahkahalarla gülüyorum.

Arog mudur nedir, onun fragmanıyla başladı her şey. Sinemada izliyoruz böyle bir dolu insan, birden şu sahne göründü:

Yemin ederim koltuktan düşüyordum. Sinemadakiler gayet kibar bir gülümsemeyle ekranı geçirirken, ben bildiğiniz böğürdüm. Böyle yan koltuğa falan kapandım. Gözlerimden yaşlar geldi, dakikalarca arkadaşımın kucağına ağzımı kapattım. Salyam ve gözyaşım birbirine karıştı. Asıl gittiğimiz filme odaklanamadım.

Aynı olay geçtiğimiz yılın başlarında da yaşandı. Toy Story'e gitmiştik, ben normal insan gibi hafifçe gülüyorum bu defa. Sonra birden o sahne geldi... "Ben yumoş ayıyım. Ama bana kısaca Yumuş diyebilirsiniz".


Son hatırladığım şey "YUMUŞ MU?!!" dediğimdi. Sonrasında -abartmıyorum- aylarca güldüm. "Yumuş ya yumuş, bildiğin yumuş ahahahaha" modunda gezdim. Hatta hala o modda geziyorum. Hakkaten ama ya Yumuş nedir :D

Tam bu olayın etkileri azalmışken Yumuş tadında bir olayla karşılaştım. Birkaç gün önce arkadaşlarla sınav öncesinde ağzımız tatlansın diye şeker aldık. Daha doğrusu arkadaş aldı, bize dağıttı. "Tofita alın kızlar, aa tofita değilmiş pardon, Tofişmiş".
Kaldırıma kapandım ben bildiğiniz. "Tofiş ne be ahahaha" diyerek sınava girdim. Sınavda aklıma geldi güldüm. Tuvalette aklıma geldi güldüm. Banyoda aklıma geldi güldüm. Hala daha gülüyorum hatta. Hep aklıma bu ismi koyulurkenki an kafamda canlanıyor. Böyle şişko, kel, 35-40 yaşlarındaki adamlar yuvarlak masa etrafında toplanmış, isim arıyorlar.
"Tofiş olsun deniyor beyler, bence uygun. Siz ne düşünüyorsunuz?"
"Evet evet bizce de uygun"
"Uygun"
"Tofiş iyidir"

Ulen allah benim belamı versin bee gene öldüm gülmekten. İşte böyle de basit bir insanım ehehe :)

10 Ocak 2011 Pazartesi

Bu nasıl bir lanettir

Bugün akşam üzeri çok önemli bir sınavım vardı. Bornova'nın soğuk sularından çıktım Buca'ya doğru. Tam olarak sınavdan 2 saat önce. Tipik durağa yürüme ve otobüs bekleme zincirinden sonra bindim sıkış tepiş olan otobüse. Daracık, iğrenç Çamdibi yollarından geçene kadar insanların paydos zamanı oldu ve yollar iyice kalabalıklaştı. Allahtan erkenden yola çıkmışım diye düşünürken Buca'ya girdi otobüs. Ben 20 dakika sonra okulda olacağımı düşünüyorum tabi. Erken gitmiş olurum, biraz da derse bakarım diyorum. Nasıl bir safsam... Yarım saat sonra heykele anca varabilmiştik. Yollar ana baba günü. Bir yandan da şoför kaloriferi açtıkça açıyor, montla, atkıyla olan otobüs halkı hamamdaymışçasına ter döküyor. Otobüsteki kalabalığın, yolların durumumun üzerine bir de bu gelince sinirlerim gerilmeye başladı hafiften. Ama dert etmiyorum, az kaldı ne de olsa diyorum. Bu sırada sınavıma 35-40 dakika gibi bir şey kaldı. Hala safça gidince notlara bakarım muhabbeti yapıyorum kendi kendime. Ne olduysa oldu trafik birden durdu. Milim ilerlenemiyor. Kalakaldı bütün otobüsler. Zaman geçtikçe telaşlanmaya başladım ben de, yetişebilecek miyim demeye başladım. Otobüsten insem de taksiye binsem dedim, ama etrafta taksiye dair hiçbir iz yok. Zaten öyle bir şekilde sıkıştı ki trafik, ana yolla beraber ara sokaklar da tamamen trafiğe kapandı. Ben iyice yusuf yusuf olmaya başladım. Yürüsem desem ne kadar sürer bilmiyorum, bir de o sırada trafik açılırsa mal gibi kalırım diye bir şey yapamıyorum. Meğersem bizim muhteşem buca yolunda kaza olmuş, yetmezmiş gibi otobüsler bozulup yolda kalmış. Tabi anayol siksen 2 aracın geçemeyeceği darlıkta olduğu için ağzımıza sıçıldı. Ambulanslar geçemiyor, her yeri polis arabaları bastı falan. Otobüsle 5 dakikada gidilen yeri tam 40 dakikada aştık ve okula ulaştık. Tabii sınava geç kaldım ben. Sınıfa girdiğimde herkes çoktan başlamıştı soruları yapmaya. O gerginlikle bir hışım kalemimi, silgimi, hesap makinemi çıkardım. Tam başladım sınava, o da ne?! Her zaman takır takır çalışan, sınavdan önce de kontrol ettiğim hesap makinem bozuk!! Hayatımda etmediğim kadar yaratıcı küfürü, cinsel organlarla olan her şeyi ağız dolusu fırlatmaya başladım. Virgüllü sayıları çarpmaya çalışmakla geçti zamanım. Bir bok da yapamadım sınavda. Ağzıma sıçıldı resmen. Bu nasıl bir lanettir, nasıl bir cenabetliktir allahım!

9 Ocak 2011 Pazar

Huzur gerçekten önemli. 2 gündür bu eksiklikten yanıp yakılıyorum. En yakın arkadaşlarım saçma bir tartışma içerisinde ve pek de alakası olmayan ben, gene en etkilenen konumundayım sanırım. Birbirlerine alenice laf koyanları liseli sanıyordum bu zamana dek, ama öyle değilmiş işte. Azıcık alttan alın, önemsemeyin. Her şeyin çözümü bu. Ama sizin yüzünüzden ben de doğru düzgün yaşayamıyorum 2 gündür. Yapmayın böyle. Desem de değişmeyecek, ama yapmayın işte...

2 Ocak 2011 Pazar

Arkadaşsızlık

Çok fazla arkadaşı olan biri değilim. Ortamlardan ortamlara koşan 15-20 kişilik gruplarım yoktur. Birkaç tane has arkadaşım vardır. Onlar bana yetiyor zaten. En azından yetiyordu bir süre öncesine kadar. Ama şimdi çok arkadaşsız kaldım. Daha doğrusu, hepsiyle çok iyi arkadaşım hala, ama yakınımda değil hiçbiri.

En yakın arkadaşlarımdan biri üniversitenin başındayken başka şehre gitti. Uzun aralıklarla görmeye başladık birbirimizi. Özlüyorduk birbirimizi çok, ama dibimde onun gibi yakın arkadaşlarım olduğundan onun yarattığı boşluk kapanıyordu bir şekilde mecburen. Sonra çocukluk arkadaşım gitti başka şehre. Çok yakınımda oturuyordu. "Kötüyüm, parkta buluşalım mı?" dediğimde 5 dakika sonra çimlerin üzerinde dertleşiyor olurduk. Canımız sıkılınca hemen birbirimize uğrayıveriyorduk. "Hadi dağıtalım" dediğinde bana, 10 dakika sonra Küçük Park'ta içiyor olurduk. Hangi saat olursa olsun bir ihtiyacımız olduğunda, canımız sıkkın olduğunda buluşup konuşabiliyorduk. Kuzenim de gitti bu sırada. Orda burda sabahladığımız günler de geride kaldı. Ama nolursa olsun en yakın arkadaşım hep yakınımdaydı. Bunaldığımızda ya da deli gibi eğlenmek istediğimizde birbirimizin bir metro uzağındaydık. 1 hafta görüşmezsek bunalıma giriyorduk. Ya onun evdeydik ya da benim evde. "10 dakika içinde evden çıkıyorsun, Yaşar'dayım!" diye tatlı tatlı zorlardı beni. Tecavüze uğramış sıfatımızla orda burda gezerdik. Günde 50 kez mesajlaşırdık, araşırdık, birbirimizin annelerini kendi annelerimizden daha çok görürdük. Sonra o da gitti başka şehre çalışmaya.

Yapayalnız kaldım burada tek başıma. Evde oturuyorum bütün gün, dışarı çıkmıyorum. Çıkmadıkça daha da çıkmak istemiyorum. Bir yandan da evde boğuluyorum. Artık "5 dakika sonra aşağıda!" diyebileceğim birisi yok. Ya da "15 dakika sonra sizdeyim, midye de alayım mı" diyebileceğim.. Küçük Park'a bile gitmiyorum, gidemiyorum. Çünkü onlarla giderdik hep. Artık kalmadı ki kimse. Tabiki de hala çok sevdiğim, yakınımda olan arkadaşlarım var. Ne zaman kötü olsam benim için her şeyi, her türlü şebekliği yaparlar. Onlar olmasa zaten çok çok daha kötü olurdum. Ama yine de kimsesiz hissediyorum kendimi. İstediğimiz saatte dışarı çıkabileceğimiz, her türlü pis yiyeceği birlikte yiyebileceğimiz kaç kişi kaldı ki..