29 Aralık 2010 Çarşamba

2010'da başıma gelen en kötü olaylar

Acılarımı ve sevinçlerimi yeterince blogumda paylaşıyorum zaten, tekrar tekrar aynı şeyleri yazmanın bir manası yok. İçime attığım "acılarımı" yazmam en doğrusu olacak sanırım. İşte Top 5'im:

1-Freddie Mercury'nin öldüğünün, o kadar şarkılarını dinlememe rağmen hayatta olmadığının, ne kadar uğraşsam da çabalasam da canlı olarak göremeyeceğimin, bir konserinde dahi bulunamayacağımın durup durup aklıma gelmesi. Büyük travmalara yol açtı bende.

2-Yeni aldığım John Lennon saatimle uyurken, kolumu yatağın tahtasına çarpmamla beraber her bir yanının çizilip kırıldığını sanmam, cesaret edip de ışığı yakıp bakamamam, sabaha kadar saatime yas tutup o iğrenç huzursuzlukla uyuyamam. Yaşayan bilir. Sabah baktım da bir şey yoktu allahtan.

3-Çiğ köfte indirim kuponlarımın tarihinin geçtiğini görmem :( Evlat acısı gibi koydu valla :(

4-Akşamın bilmem kaçında Ohannes'i fazla kaçırmak suretiyle rahatsızlanmak ve uğruna saatlerce başvuru sırasında beklediğim Ales'e girememek.

5-Yakışıklı tekelcinin evlenmesi. Sen benim olacaktın be adam :(

27 Aralık 2010 Pazartesi

Yapılmış en aptalca dalgınlık :(

Aylardır twitterdan Gani Müjde'yi Müjdat Gezen diye takip ediyorum, adama mentionlarımı ona göre yapıyorum :(

26 Aralık 2010 Pazar

Gelmiş geçmiş en seksi çizgi film karakteri


Lord Farquaad!

Şeytan aldı götürdü satamadan getirdi

Daha önceden de söylemiştim, doğa üstü şeylere pek inanmıyorum. İnanmamayı tercih ediyorum aslında. Çünkü götünden bile korkan bir insanım ve bu tür şeylere de iyice inanmaya başlarsam kafayı yerim artık. Septik bir şey olurum.

Evet inanmamasına inanmıyorum, lakin bizim evde tuhaf şeyler oluyor. Birileri bizle taşak geçiyor resmen. Daha önce "evdeki sidik vakası" diye bir yazı yazmıştım. Dolabın içine işenmişti. Faili hala ortaya çıkmadı. Nedenini nasılını kimse bilmiyor. Unuttuk gitti artık güya.

Şimdi de evden eşyalar kaybolmaya başladı. Mütemadiyen bir şeyler yerinden kayboluyor. Saatlerce arıyoruz, sonra belki milyon kez baktığımız yerden çıkıyor. Sanki biri götlük yapmak için alıyor, sonra da kendimizden şüphe etmemiz için yavşak bir sırıtışla aynı yere koyuyor. Başlarda "görmemişim yahu, nasıl da bakar körüz, aa ordan çıktı" falan derken, artık "hassiktir orada değildi eminim, ne boklar dönüyor bu evde aq, lan birileri dalga geçiyor kesin, 2 saniye önce yoktu orada oha oha" diyorum.

Lenslerimi, ilaçlarımı, flash belleğimi götlerine mi sokuyorlar anlamıyorum ki. Artık oyunlarınızı biliyorum görünmeyen götoşlar, akıl sağlığımızdan şüphe ettiremiyorsunuz bizi, bırakın bu oyunu en iyisi. Hayır bir de hakkaten götünüze falan sokup geri koyuyorsanız içinizden çıkmasın onlar inşallah.

24 Aralık 2010 Cuma

22 Aralık 2010 Çarşamba

Götümün Stumble'ı


Bilgisayar başında yapacak bir şey bulamadığımdan ve de artık F5 tuşunun yazısı silindiğinden Stumble'a kaydolayım, ilgilerimi işaretleyeyim bana eğlenceli şeyler bulsun, deli gibi yazılar okuyayım, ilginç resimler bulayım, süper komik testler yapayım dedim. Bir heves kaydoldum siteye ve Stumble! yapmaya başladım. Yapmaz olaydım amına koyim. Aramada "All topics" yaptığımda karşıma çıkan doğa-hayvan resmini like yaptım diye nerede hayvanlı doğalı dağlı nehirli resim varsa onları önüme koymaya başladı. Stumble yapıyorum değişsin diye, yok karlı havada aslanlar, Çin'in sikindirik bir yerindeki tarlalar, gözümün içine içene bakan korkunç maymunlar çıkarıyor inadına. Ulen dedim ağzına sıçayım, en iyisi yukarıdan belli bir topic seçeyim de onunla ilgili şeyler getirsin bu mal önüme. Seçtim bir iki tane, seviniyorum da bir yandan rockla falan ilgili ilginç yazılar gelecek diye, gele gele dünyanın en saçma rock yazıları -hatta yazı bile değil paragrafımsı 1-2 cümle- çıktı karşıma. Değiştir dedikçe birbirinden saçma rock videoları geldi. Onları okuyup izleyeceğime güzin abla okuyup lerzan mutlu programı izlerim, o derece. Hemen bok atmayayım diye sabırla başka şeyler işaretledim, birkaç kez Stumble yaptıktan sonra bu defa karşıma mini test çıktı. Eğlenceli bir şeydir belki diye birkaç tanesini işaretledim. Sorular da şöyle: "Duygusal biri misiniz? Kararlarınızı duygularınıza göre mi verirsiniz?" Testin sonucuna geliyorum: "Duygusal bir kişiliğe sahipsiniz!" Ulan salak zaten duygusal mısın diye sen sordun, bir de çok büyük bir iş çıkarmışsın gibi bulduğun sonucun sonuna ünlem koymuşsun. Gene heheylendim tabi. En sonunda komedi diye "Bir yengecin, evlenmekte olan çiftin evlenmesine karşı çıkması" adı altında salak bir karikatür göstermesiyle Stumble işine son vermeye karar verdim. Yahu ben F5'le daha mutluydum. Böyle hevesim götüme sokulmuyordu en azından.

21 Aralık 2010 Salı

Sınıf ortalamasının 30'dan fazla olmadığı, 50 almanın imkansıza yakın olduğu ve alanların da parmakla gösterildiği manyak bir hocanın sınavından, hiçbir derse girmeden 10 dakikalık bir çalışmayla 80 almışlığım var. Şimdiye kadar alınan en yüksek not olma ihtimali çok yüksek. Kimseye de söyleyemiyorum ki linç edilmek istemediğimden.. Blogumda paylaşayım da rahatlayayım bari oh.

Nazar değmesin tü tü tü.

20 Aralık 2010 Pazartesi

The Guitar



Az çok rocker sayıldığımdan filmin afişi ve adı çok ilgimi çekti, görür görmez indirip izledim. Imdb puanı düşük, ama bence gerektiği değeri alamamış. Çok beğendim filmi. Kesinlikle izlenmeli.

Film, genç bir kadının kanser olduğunu ve anca 1, en fazla 2 aylık ömrü olduğunu öğrenmesiyle başlıyor. Kötü bir ölüm, önce sesini kaybedecek daha sonra nefes alamamaya başlayacak, bu şekilde yalnız yaşadığı dairesinde ölecek. Doktorun verdiği bu haberden sonra kıdem tazminati eline tutuşturularak işten kovuluyor, bu da yetmezmiş gibi sevgilisi tarafından terk ediliyor.

Kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan Melody son iki ayını en iyi şekilde yaşamak istiyor ve var olan tüm parasıyla 2 aylığına bir residence dairesi kiralıyor. Sonra kredi kartıyla bütün evi en iyi mobilyalarla döşemeye başlıyor. Son zamanlarını rahat yaşamaya çalışıyor. Yemek yapmıyor, her gün en güzel yemeklerden eve sipariş ediyor. Belki de normalde olsa yapmayacağı ilişkilerin içinde buluyor kendini.



Ve en sonunda her gün rüyasında gördüğü çocukluk hayalini satın alıyor: Bir elektro gitar..

Filmde birden çok boyut var bana göre. İzleyiciye beğendirmeye kaygısından ziyade gerçeklik öğesi hakim. Melody öleceğini öğrendiğinde dünyayı gezmeye kalkmıyor mesela. Sadece son günlerini "kaybedecek bir şeyi olmadan" yaşamaya bakıyor. Genç kadının acısı çok iyi yansıtılmış. Gerçekten filmin içine çekiliyoruz ve "ben de böyle yapardım!" diyebiliyoruz rahatlıkla.

Film sürpriz denebilecek bir sonla bitiyor. Olabilecek en güzel sonla hatta.

19 Aralık 2010 Pazar

İnsomnia kültürümü arttırdı

Uyku problemim baş gösterdi. Günlerdir geceleri uyuyamıyorum. Onca saatlik uykusuzluğun ardından 1-2 saat bayılmışsam kendimi şanslı hissediyorum. Ruh gibi dolanıyorum ortalıkta. Diğer rahatsızlığımla birleşince Ales'e girememeye kadar gitti problem. Ama cenabetlik bende değil sanırım, ne zamanki Sweet Leaf'te kaldım, o gece kabus gördüm, ondan sonra uyuyamamaya başladım. Artık bana evde neler yedirdiyse, nasıl beddua ettiyse :p

Neyse, en azından insomnia kültürümü arttırdı. Geceleri uykusuzluktan kırılırken uyuyamadığımdan kendimi internete verdim. Çok ilginç şeyler öğrendim. Mesela,

  • Kediler üçlü yapmayı çok severmiş. Ondan bu kadar üst üste kedi videosu geziyormuş internette.
  • Domuzların orgazmı 30 dakika değil, 3 dakika sürüyormuş. Bizim erkeklere kendilerini kötü hissettirmek için götlük yapıyorlarmış.
  • Fillerin çükleri çok küçükmüş aslında. Utançlarından bacaklarının arasına alıp Discovery Channel'cılardan saklıyorlarmış.
  • Maymunlar muzları yemeyip götlerine sokuyolarmış.
  • Atların en büyük fantazisi kıyakçılarını yatağa atmakmış.
  • O ezik görünen farelerin hepsi jartiyerle yatağa giriyormuş.
  • Kedilerin dişileri çok orospuymuş.
  • Köpekler bile bile umumi yerlerde sevişiyormuş. Dakikalarca boşalmadan sevişebildiklerini gösterip bizim erkekleri ezmek istiyorlarmış.
  • Tavşanlar aslında frijitmiş.
  • Erotic Shop'ların en büyük müşterileri civcivlermiş.
Eh, tabi o saatte başka bilgiler öğrenmek pek mümkün değil. Malum, beyin pek çalışmıyor.

17 Aralık 2010 Cuma

Erkeklerim kedinin götüne girdi

Hayalimde canlandırdığım erkekler yıllardır umduğumdan hep farklı çıkıyor. İsmini duyuyorum insanların, hayallerimde Brad Pitt gibi birini canlandırıyorum ama karşıma İlyas Salman çıkıyor.

Zidane benim için bir idoldü. Hiç görmemiştim, ama başarıları, futbolu, yeteneğiyle muhteşem bir insandı. Ee, bu kadar marifetli insan kesin şöyle birine benzer diyorum ben:
Bir de gerçek Zidane'a bakalım:

Benim için büyük bir yıkım tabi.. Hele bir de Nick Cave var ki.. Nick Cave inanılmaz başarılı bir müzik adamı. Müthiş bir ses, müthiş bir yetenek.. O zamanlar adamı da hiç görmemiştim, heralde diyorum dünyanın en yakışıklı insanıdır. Upuzun boyu, masmavi gözleri sapsarı saçları vardır. Gülüşü dünyanın en güzel gülüşüdür. Muhtemelen şöyle bir şeydir:

Gerçek Nick Cave'i gördüğümde 3 gün yemek yiyemedim. Rüyalarımda bıyığını bana sürtüp duruyordu:

Kendime geldiğimde Messi yükselişteydi. Son zamanların en iyi futbolcusu deniliyordu. Doğuştan yetenekliydi, attığı çalımlar herkesin dilindeydi. Gene kendi kendime bir Messi Profili çizdim hemen:

Gerçek ile bir kez daha yıkıldım:

Kendimi kitaplara vurdum. Felsefeyle çıktım bunalımdan. Nietzsche üzerine yazılar, kitaplar okumaya başladım. Davranışları çok gıcıktı aslında, ama insanı bağlayıcı bir özelliği vardır. Böyle bir insan inanılmaz seksi olmalı, kadınlar görür görmez karşısında soyunmaya başlamalı diye düşündüm:

Oysaki gerçek yüzüme soğuk su gibi çarptı:

Ben de öğrendim tabi artık profil yakıştırması yapmamayı. Hatta bütün yetenekliler boka benziyor. Hepsinin de çükü küçük.

15 Aralık 2010 Çarşamba

Reenkarnasyon

Her ota boka inanan bir insan değilimdir. Ateistim. Öyle doğaüstü şeyler falan bana çok inandırıcı gelmez. Açıkçası o tür şeyler gerçek mi yalan mı umurumda da değildir, varsa var yani banane. Ancak ruh kelimesinin tam olarak kullanılan anlamanına değil belki ama enerji anlamında kullanımına inanırım. Reenkarnasyon ise bu enerjiyle alakalı, çok düşünmezdim var mı böyle bir şey diye. Kendi akrabam tarafından duyduğum 2 hikaye ile ilgimi çekmeye başladı. Netten araştırmaya başladım ve git gide inanmaya başladım. İnanmaya başlamamı sağlayan o 2 hikayeyi anlatayım..

Teyzemin arkadaşı İzmir'in çok ünlü avukatlarından biri. Adam sürekli tanıdıklarına boğazının alt kısmının (boynunun bedenine birleştiği yerin hemen üst kısmının) ne kadar hassas olduğunu, kendini bildi bileli orasının hep ağrıdığını, o yüzden oraya kıyafetin bile değmesinden çok rahatsız olduğunu söylüyor. Adam bir gün kötü hissetmeye başlıyor kendini, depresyon gibi bir şeye giriyor, adamın bir arkadaşı da seni Balçova'da birine götüreceğim diyor. Hipnozla uğraşan genç bir kıza gidiyorlar. Üçü bir odaya giriyorlar ve kız adamı hipnozla uyutuyor. Uyuduğu süre boyunca fransızcanın f'sini bilmeyen adam sürekli fransızca konuşuyor. Adamı bir süre sonra uyandırıyorlar ve ne gördüğünü soruyorlar. Adam kendini Fransız İhtilal'inde bulunan Fransız bir general olarak gördüğünü, bir çadırda kaldığını, ama çadıra giren bir isyancı tarafından boğazının alt kısmına saplanan bir mızrakla öldürüldüğünü gördüğünü söylüyor. Normalde boğazının -tam da o kısmının- sürekli acıdığını bilen arkadaşı adamı fransızca konuşurken de görmesinin etkisiyle inanılmaz şaşırıyor. Ama adam böyle şeylere inanan bir insan değil, gülüp geçiyor.

Bir süre sonra teyzemin bir arkadaşıyla avukat adam sevgili oluyorlar ve birlikte yaşamaya başlıyorlar. Bu sırada adam her gece rüyasında konuşmaya başlıyor, hızlı hızlı fransızca bir şeyler söylüyor ve kadının onu uyandırmasıyla kan ter içinde uyanıyor.

İkinci hikayede ise Kemeraltı'nda bakkalı olan bir adam var. Teyzemin de dükkanı bakkalın yanında hemen. Bakkaldaki adam genç bir çocuk aslında. Amerika'da okumuş, ailesi çok zengin, ama çocuk kendi bakkallarının başında duruyor. Gene Kemeraltı'nda bulunan bir kadın, oğlana seni hipnoz edeyim ben diyor ve oğlan da kabul ediyor. Oğlanı hipnoz ediyor ve oğlan kendini İngiliz bir kadın olarak görüyor. Çok ünlü bir kadın. Büyük bir şatoda yalnız yaşayıp yine yalnızlık içinde ölüyor. Oğlan uyanıyor ve bundan çok etkileniyor. Gördüğü kişi ünlü birisi olduğundan kadının ismini de biliyor. Kütüphanelerde sabahlıyor ve ansiklopedilerin birinde o kadını buluyor. Yüzü bembeyaz bir şekilde teyzeme geliyor ve ansiklopedideki kadının resmini gösteriyor. Fotoğraftaki kadın oğlanın aynısı. Teyzem şok oluyor, gözlerine inanamıyor. Oğlanın da psikolojisi altüst oluyor..

Ben bu iki hikayeden sonra reenkarnasyona inanmaya başladım. Belki çok saçma, belki olmayacak bir şey, ama yine de böyle bir şey varmış gibi geliyor bana.

14 Aralık 2010 Salı

13 Aralık 2010 Pazartesi

Dünyada iki çeşit insan vardır

Yılanların nasıl çiftleştiğini bilenler ve bunu ölesiye merak edenler..

12 Aralık 2010 Pazar

Sinir oluyorum

  • Köpek severim ama kedi sevmem diyen "hayvansever"lere sinir oluyorum.

  • Facebookta ya da herhangi bir paylaşım sitesinde hayatta sadece kendisinin sevgilisi varmış gibi davrananlara sinir oluyorum. Sevgili yapar yapmaz(!) hemen aşkım, bebeğim, hayatım, yaşama sebebim başlığı altında fotoğrafların konulmasını, iletilerinde hep onunla yaşadığı büyük aşkı(!) yazanları, ilişki durumuna yazılan cafcaflı yorumları, sevgilisine kendisiyle in a r.ship yapması için baskı yapan kişileri, ilişkisini herkesin gözüne soka soka yaşayanları çok yapmacık ve çocuk buluyorum. Ayrı ayrı sinir oluyorum hepsine.

  • "Rock müzik ne ya kuru gürültü" diyenlere, Demet Akalın, Gülben Ergen, Serdar Ortaç dinleyenlere kendi küçük dünyalarında mutlu olmalarını dileyerek kendilerine sinir olduğumu belirtmek istiyorum.

  • İnsanların acılarını küçümseyenlere sinir oluyorum. Hele hele bu yakın bir arkadaşsa iki kat sinir oluyorum.

  • "Beatles geçmişte kaldı, şarkıları da çocuk şarkıları gibi zaten. Geçerli bir grup değil artık" diyenler, siz de köpek sevip kedi sevmeyen müthiş hayvanseverler kadar iğrençsiniz. Sinir oluyorum.

  • Badem bıyıklılara sinir oluyorum.

  • South Park'ın bir bölümünü bile tam olarak seyretmemişken "bütün değerlerimize hakaret ediyor!" şeklinde eleştirip çizgi filmin kendine has eleştiri yöntemini kesinlikle görmeyenlere sinir oluyorum.

  • Bencil insanlara sinir oluyorum. Yetmezmiş gibi bencil olmadığını düşünen bencillere daha da sinir oluyorum.

  • Sevdiğimiz ve bizim için özel olan kişileri, grupları, dizileri... ayağa düşüren komançiler.. Ölün. Sinir oluyorum size.

  • Havanın deli gibi soğuk olup da kar yağmamasına sinir oluyorum.

  • Selülitlere sinir oluyorum. Kilolara kafa atasım geliyor.

  • Kitap okumayı sevmeyenlere sinir oluyorum. Hem okumayı sevmeyip hem de okumanın gereksiz olduğunu düşünenlere ise iki kat sinir oluyorum.

Hayır gayet de mutluyum şu anda, sinirli değilim, sinir olduğum bir şey de yok, neden böyle bir blog yazısı yazdım ben de bilmiyorum :)

10 Aralık 2010 Cuma

UIen bir de loto çıksa heeyt beeee

Çok şanslı bir insanımdır. Hiçbir işi ters gitmeyen, her istediği olan insanlar vardır ya, işte ben öyleyimdir. Eğer bir istediğim olmuyorsa mutlaka çok daha iyisi olur. Bilgisayar almaya giderim tam da beğendiğim modelde büyük indirim olacağını söyler satıcı; param biter, anında bir yerden para gelir bana, sırtım yere gelmez; bir şeye ihtiyacım olur, o sırada birisi bana onu sürpriz hediye olarak alır; bir şey almak üzere evden çıkarım, istediğim şey %50 indirime girmiştir mutlaka. Olaylar ya da gelecek hakkında çok düşünmemeye çalışırım, çünkü ne de olsa önüme çok iyi fırsatlar çıkar. Arkadaşlarım aylarca iş arar, ben internetten bir bakayım derim, başvururum, ertesi gün işe başla derler. Staj aradığımın ertesi günü beni bir yerden ararlar acil stajer elemana ihtiyacımız var diye. Bir tek lotoda falan iyi değilim. Bir de o konuda kendimi geliştirsem heeyt bee tutmayın beni :)

9 Aralık 2010 Perşembe

Aha da buraya yazıyorum

Her başladığım işi yarım bırakmak gibi saçma sapan bir huyum ortaya çıktı. Kursları yarım bıraktım, yetmedi günlük işlerimi yarım bırakmaya başladım, daha da ilerledi ve en çok keyif aldığım şeylerden biri olan kitapları yarım bırakmaya başladım. Birkaç ayda bir anca 1 kitap bitirebiliyorum, gerisini kitabın başlarında şak diye bir kenara fırlatıyorum. Daha da ilerlerse tuvaleti falan yarıda bırakacağım sanırım. Yarından itibaren bu huyumu düzelteceğim ama, aha buraya da yazıyorum. Düzeltemezsem de kız kurusu olayım hayatım boyunca. Böyle başkalarının çocuklarına falan bakayım yalnız yalnız koca kıçımla evimde otururken. Vallahi de böyle olayım, billahi de böyle olayım.

6 Aralık 2010 Pazartesi

Geç kalınmış bir yazı: Harry Potter and the Deathly Hallows Part 1

Korka korka ilk gösterimin ilk gününe bilet aldım kendime. Malum 1., 2. film ve 3. filmin sonları hariç Harry Potter filmleri tam bir hayal kırıklığı. Kitaplar uzadıkça kesilmekten, ne olduğu anlaşılamayan sahnelerin uc uca birleştirilmelerinden dolayı bu filme de beklentim oldukça düşük olarak gittim. 2 parçaya bölmelerinden dolayı azıcık umutluyum, iyi olabilir az da olsa diyordum, ancak film benim beklentilerimi ezip geçerek çok üst sıralara çıktı. Film gerçekten güzel. Kitapla neredeyse aynı ve beni tatmin etti tamamen.

Diğer filmlerden farklı olarak filmin havasını çok ama çok iyi ayarlamışlar. O boğucu havayı buram buram soluyabiliyor insan. Öncelikle artık Harry’i koruyacak bir Dumbledore yok ortada. Kendi işlerini kendileri halletmek zorunda kalıyorlar. Bakanlık ele geçirilmiş durumda ve neredeyse herkes onlara karşı. Kaçmak zorundalar ama tabiki de kaçmanın da başlı başına zorlukları var. Yemek yok, çadırda ısınamıyorlar, hortkulukla gergin sinirler birleşince kavgalar başlıyor, bu arada hortkulukların nasıl yok edeceklerini bulmalılar.. Filmde bu gerginlik seyirciye başarıyla yansıtılmış. Seyirci kendini o boğucu havanın içinde hissediyor Ron da diğer filmlerde mutlu mesut esprili ve komik bir kişilikken bu filmde gerginliği en çok yaşayan ve yaşatan insan. Bu kısmı da çok başarılı.. Bunun dışında en sevindiğim olay çok çok az yerinin kesilmiş olması. Film tam olarak oturmuş bir film diyebilirim. Ancak Lilly’nin mektubunu bulmamalarına şaşırdım. Snape’in mektubu okuyup gözyaşlarına boğulduğu sahneyi direk olarak son kısma mı ekleyecekler bilemedim. Kılkuyruk da birazcık olsun pişmanlık duydu diye öldürülmüştü kitapta. Filme onu yansıtmamışlar.

Tabi eklenen sahneler de vardı. Mesela Hermione’nin annesine ve babasına kendini unutturma sahnesi çok başarılıydı. Kitapta sadece ufak bir söylem olarak geçiyordu. Çok güzel düşünülmüş.

Bakanlıktaki sahneler ise mükemmeldi. Filmde biçim değiştirmeden kendileri oynarlar sahnelerde diye düşünmüştüm, çünkü başkalarının oynaması seyirci açısından riskli bir iş. Ancak bunu da tam olarak yerine getirmişler, ne çok uzatılmış ne de kırpılıp kısacık olmuş. İksiri içip büründükleri kimliklerle kendileri çok iyi bütünleştirilmiş.

Dediğim o ki bu defa bu işi gerçekten başarmışlar. Part 2’nin de bu kadar, hatta daha da güzel olmasını bekliyorum. Ve de mümkünse 3. filmden itibaren (son kısmı hariç) tekrar çeksinler, hatta ve hatta 2’şer parça yapsınlar.

5 Aralık 2010 Pazar

All you need is love!

İnsanın tek ihtiyacı olan şey aşktır aslında. Odur insanı güzelleştiren, onu mutlu eden, yaşama sevinci veren. İstediği kadar sorunu olsun, bir aşk yeter sorunlarına sünger çekmeye, gözünü kör etmeye, dünyayı toz pembe görmeye. Başka türlü olur insan; duyarlı, hassas, sevgi veren, kibar davranan.. Ayrı bir güzelleşir aşık olan. Gözleri parıldar, kendine bakar, mutluluğunu herkese haykırmak ister. Çevresini güzelleştirir, herkes mutlu olsun ister. Beatles çok haklı, dünyayı ancak aşık olarak düzeltebiliriz. Tek ihtiyacımız olan bir aşk..
"Dünyayı güzellik kurtaracak bir insanı sevmekle başlayacak her şey"

All you need is love! Kelimelerinden çok daha fazla anlam içeren söz.. İşte ilerde yaptıracağım dövme..

3 Aralık 2010 Cuma

Dövmem ellerinizden öper

Dünden bu yana dövmeli bir insanım artık oliiyy =)