24 Aralık 2012 Pazartesi

Bilet sorunsalı

Buraları gene çok boşlamaya başladım. İçimden hiçbir şey yazmak gelmiyor aslında. En son 17 ekimde yazmışım. Neredeyse 2 buçuk aydır bomboş duruyor blogum. Oysa ki 20 Ekimde teyze oldum; bununla ilgili bir şeyler muhakkak çiziktirirdim normalde, Jim Morrison'ın doğum günü ve Freddie Mercury'nin ölüm yıldönümü geçti; ufak bir anma yapardım eskiden, hakkında onlarca şey yazılıp çizilebilecek, geyik yapılabilecek 21 Aralık sözde kıyamet günü geçti ve ben bütün bunlara kayıtsız kalarak hala bir şey yazmadım. Hevesim kaçtı sanki.  Halbuki gayet de mutluyum, hayatım güzel, idare ediyorum bir şekilde.
Demin The Great Gig In The Sky dinlerken blogumu açmak geldi içimden. Ya Progresif rock beni kendime getirdi ya da The Wall turnesinde İstanbul'a gelecek olan Roger Waters konseri aklıma geldi, bilemedim.

Roger Waters konseri var, The Wall konsepti ve albümüyle geliyor hem de. Depeche Mode konseri var, daha önceden de kendileriyle ve gidemediğim konserleriyle ilgili bir yazı yazmıştım hatta. Slash geliyor, az kaldı. Dire Straits var, Mark Knopfler geliyor. AC/DC gelecek diye haberler de çıktı. Gidemediğim Uriah Heep ve Sting konserinden bahsetmiyorum bile. Bizim bütün bu konserlere paramız nasıl yetsin? "Gitmeyelim ya salla, o da kimmiş zaten.." diyebileceğimiz adamlar da değil hiçbiri. Arkadan da izlemek istemem bu kadar baba adamları. Bir de yol parası var üstüne. Gitmezsek, görmezsek bir daha ne zaman gelecekleri, hatta gelip gelmeyecekleri belli değil. Onu bırakın yaşayacakları belli değil, hepsi belli yaşa gelmiş adamlar.

Bu kadar sevdiğimiz, hastası olduğumuz müzisyenleri bu fiyattaki konserlere getiren mantığı sikeyim; eninde sonunda 2-3 tanesine sike sike bilet alacak beni sikeyim. Gerçi yeterince sikilmiş olacağım zaten biletleri alınca.

Bu da en sıkıcı, en gereksiz, en akıcı olmayan blog yazımdı öeh.

17 Ekim 2012 Çarşamba

Hallelujah

Hayatımda gördüğüm en etkileyici canlı performans. Nefeslerin tutulduğu, söylenirken adeta yaşanıldığı, seyircilerin çıt çıkarmadığı 10 dakika. Jeff Buckley'e olan düşkünlüğümü daha da arttırıyor bu video.




Jeff Buckley, arkadaşı Keith Foti ile 29 Mayıs 1997'de Mississippi Nehri kıyısına gitti. Led Zeppelin'in Whole Lotta Love şarkısını söyleyerek kıyafetleri ile nehre girdi. Arkadaşı, kıyıda bulunan gitar ve radyoyu o sırada nehirden geçen bir botun oluşturduğu dalgalardan kurtarmaya çalışırken nehre baktığında Jeff Buckley'i göremediğini fark etti. Arama çalışmaları başladı ve 4 Haziran günü bir turist tarafından görülen vücudu karaya çıkarıldı. Buckley'nin polis raporlarında olaydan önce hiçbir alkol veya uyuşturucu almadığı ortaya çıktı.

3 Ekim 2012 Çarşamba

Saçmalamak güzeldir

Eğlenmeyi bilmeyen bir toplumuz, burası net. Her davranışımızda başkaları ne der, rezil olmayalım el aleme şimdi, kötü bir şey demesinler sonra mantığı yatıyor. Eğlencemizde bile bu var. Bara eğlenmeye giden biri bile 1-2 içki yuvarlamadan eğlenemiyor: Mahalle baskısını kafasında yenemeden istediği gibi davranamıyor. Malesef konserlerde de durum böyle. Adam dünyanın en iyi gruplarından birinin konserine gitmiş, sanırsın ki sahnedekilerin hakkını verecek, izlediği o süper performansla orantılı olarak coşacak, bütün şarkılarda deli gibi eğlenecek, hoplayıp zıplayacak, azıcık dans edecek, eşlik edecek, bağıra bağıra şarkıları söyleyecek, gerekirse komik görünecek, ama mal gibi durmayacak. Öküzün trene baktığı gibi bakmayacak sahneye, evdeki youtube videosunu izlerkenki gibi donuk bakmayacak, ruhsuz olmayacak.

Aptalca davranmaktan korkuyoruz, aptal gibi görünmekten korkuyoruz. İstediğimiz gibi davranamadığımız için de doğallıktan çok uzağız. Ben toplum baskısını pek takan biri değilimdir. Saçmalamayı severim. İçimden geldiği gibi davranırım. Parkta otururken dans edesim gelmişse dans ederim. İnsanların bakışlarına aldırmam. Yurt dışına sık gitmemin nedenlerinden biri de budur, kendim gibi davranabilmek ve saçmalayınca insanların masum bir tebessümle bunu karşılaması.

Dumbfoundus diye sevdiğim İngiliz bir grup var. Sokakta şarkı yaparken bunları bir albümde toparlayalım diyerekten cover albüm yapan çok doğal ve sevimli bir grup. Arada barlarda, bazen festivallerde çıkıyorlar. Dünya umurlarında değil, "biz sokakta mızıkamızı çalarız, tokmağımızı davulumuza vurur eğleniriz, gelen geçen insanlar da bize eşlik eder, mutlu mesut yaşarız" kafasındalar. O kadar doğallar ki. Bu saçma hallerine, doğallıklarına vuruldum ilk olarak. Hatta burada da daha önceden paylaştığım videoyla keşfetmiştim kendilerini.



Dün bir yandan albümlerini dinlerken bir yandan youtube'dan grubun canlı performanslarına bakıyordum. Ve uzun zamandır gördüğüm en en en en güzel videoyla karşılaştım. İngiltere'de bir festivalde çalan grup ve tamamen kendi hallerinde salak saçma ortada sallanan, en aptalca hareketlerle dans eden insanlar. Herkes bir yandan uzanıp bir yandan birasını yudumlarken ortadaki saçmalığa katılıyor ve hayatının en salak dansını yapıyor. Herkes süper eğleniyor ama. İnsanlar oraya eğlenmeye gelmişler zaten, kafasına ne eserse onu yapıyorlar. Orada olmayı o kadar çok istedim ki, ben de öyle dans etmek istiyorum, ben de öyle saçmalamak istiyorum.



Burada olsaydı dans eden insana gerizekalı damgası vurulur, bu damgadan korkanlar da istese bile oraya gidemez, mal gibi yerinde dururdu. İzninizle ben yeniden İngiltere'ye gidip saçmalama kotamı doldurmak istiyorum.

22 Eylül 2012 Cumartesi

Kıvırcık saçlı olmak

Kıvırcık saçlı olmak öyle bir şeydir ki atsan atılmaz satsan satılmaz; hem seversin hem nefret edersin. Yıllar boyunca saçının düz olmasını istersin, kıvırcıkların hafif bozuldu gibi oldu mu da "saçlarım düzleşiyor!" diye tutuşursun. Uzaktan hoştur güzeldir. Herkes çok beğenir ve sahip olmak ister. Çok şanslı olduğun kanısına varılır. Davulun sesi uzaktan hoş gelir tabi.

Yukarıdan da anlaşılabileceği gibi ben de kıvırcık saçlı insanlar topluluğundanım. Küçüklüğüm yoldan geçenlerce mütemadiyen durdurulup köpekmişim gibi kafamdan sevilmekle geçti.  Henüz 3-4 yaşlarındayken bile "saçların peruk mu? Yoksa perma mı yaptırdınız?" gibi zeka seviyesi eksi 1500lerde sorularla muhatap olup durdum. Sınıfta, serviste, sokakta dalga geçerlerdi benimle hep.

Magi şipşak makarnaaaa (3 dakikada pişirilen kıvırcık bir makarna çıkmıştı o aralar.)
Kıvırcık koyunnn
Permalııı
Kıvırcık makarna
Düdük makarnası
Kuzuya bak kuzuyaaa

Şimdi olsa ağızlarına bir tane yapıştırırım hepsinin. Ama benzerlik de çok bariz be, onlara da kızamıyorum :)


Azıcık büyüyünce "insanlar para verip de yaptırıyor, sen beğenmiyorsun!" çemkirmesi başlar. Bunu diyen düz saçlılara vereceksin bonus saçı, sokacaksın banyoya, kremsiz taramaya çalışsın bakalım saçı. Ağlaya ağlaya saatlerini harcasın dursun. Belasını bulacak o şekilde. Bakımı zor, kesimi zor, taraması zor. Hobilerine zaman ayırır gibi zaman ayıracaksın bildiğin yahu. Keşke benim olsa diyenlere al senin olsun, biraz da sen çek diyesim geliyor.

20 küsür yıl sevemedim, ama şimdi şimdi seviyorum artık. Tecavüz kaçınılmazsa zevk almaya bak diye boşuna dememişler, gerçekten öyle.

20 Eylül 2012 Perşembe

16 Eylül 2012 Pazar

Uzatmayacağım

Kişisel gelişim kitaplarını sevmem, okumam. Ama buna bayıldım. Ne yapın edin, benim gibi bir kereliğine de olsa çizginizin dışına çıkın, bulun, okuyun.


Not: Özellikle sen Sevil.

10 Eylül 2012 Pazartesi

8 Eylül 2012 Red Hot Chili Peppers Konseri

Neresinden başlasam bilmiyorum, ne desem, ne yazsam, nasıl anlatsam bilmiyorum. Ama önce şunu söylemeliyim sanırım; Dün, yani 8 eylül günü, hayatımın en mutlu günüydü. Ben hayatımda daha fazla mutlu olmadım, daha çok sevinmedim, kendimi daha iyi hissetmedim. Bu kadar yoğun bir duygu yaşadığım olmadı. Yazımı olabildiğince kısa kesmeye çalışacağım. Yoksa 20 sayfa uzunluğunda bir yazı olabilir bu.

8 eylül sabahına akşamdan kalma olarak leş gibi uyandım. Taksime bir iki bir şeyler içmek için gitmiştik ki birden kendimizi tektekçide bulduk. Oradan mekan mekan gezdik ve sonuç 4-5 saat yarım yamalak uyku, mal gibi yorgun argın leş gibi uyanmak. Tek bir poğaça atıp hoop yola çıktım. Saat 13.30 civarında Santralİstanbul'a vardım. Platinum kapısına gittim ve 15-20 kişi ya vardı ya yoktu. Ama ne ben ne arkadaşlar konser sırasında olmamıza rağmen Red Hot Chili Peppers'ı canlı göreceğimize inanmıyoruz. Yok abi gelmezler ya canlı canlı görmek dinlemek yok kendimizi kandırmayalım modundayız. Algılarımız tamamen kapalı. Derken sound check başladı. Hem de Suck My Kiss ve hemen ardından Blood Sugar Sex Magik. Anthony'ninkine benzer bir ses duyduk, onun yeahh ohh heyy'ine benzer. O anda kalp krizi geçiriyorduk. Soluğumuz durma noktasına geldi, el ayak titremesi başladı, bağırsağı mideyi ciğeri ne varsa oracıkta bıraktık. Suck My Kiss'i çalmalarını çok istiyordum ki süpriz olan bir şarkı değil, pek çok konserlerinde çaldılar. Ben de İstanbul'a gelirken yol boyunca Suck My Kiss dinlemiştim. Sound check'te de bunu duyunca iyice gaza geldik. Ama hala inanmıyoruz grup elemanlarını göreceğimize. 4'te açılması gereken kapı açılmadı, biz de iyiden iyiye hesap yapmaya başladık. Biletimiz platinumdu, yani en ön. E haliyle biz en önün de en önünden izlemek istiyoruz. En önün sahneyi ortalayacak kısmı da değil ama, Flea ve Anthony arası istiyoruz. Flea'ye yakın olalım, Anthony'yi de ortalayalım modundayız. Josh'tan zaten hoşlanmıyoruz ve ayağı da kırık. Oturarak çalıyor. Flea seyirciye göre sahnenin solunda çalar hep, bunu da bildiğimizden kim önce gidecek de yer kapacak planları yapıyoruz. Bu arada ortalık da ergen kaynıyor, 15-16 yaşındaki veletler önümüzde. Zaten toplasan 10 kişi ya var ya yok önümüzde. Dünkü boklar mı bizim önümüzde olacak len mantığıyla saat 5'e doğru kapıların açılmasıyla hengamenin arasında koştur koştur gittik güvenlik yerine. Nihayet konser alanına girdik, ulen tam da istediğimiz yerden, Flea ve Anthony'nin ortasından yer bulduk. En önün de en önündeyiz, bariyere yapışmış bir haldeyiz. Sahneyle aramızda 3 metre ya var ya yok.

Bu arada Red Hot Chili Peppers'ın fotoğrafçısı geldi, Yiğit'in RHCP dövmesini, benim RHCP tırnaklarımın fotoğrafını çekti. Sonra topluca ve teker teker fotoğraflarımızı çekti sahne ekranında kullanmak üzere. Ki kullandılar da, hepimizi dev ekranda gösterdiler konser bitimine yakın. Adam hepimizin mailini aldı çektiklerini yollamak için. Ben tam bir sevgi kelebeğiyim alanda, tanıdığım tanımadığım herkese sarılmak istiyorum, kanka muhabbeti yapmak istiyorum, derdin ne anlat çaresini bulalım takmaa demek istiyorum, hoplayıp zıplamak istiyorum. Öyle bir mutluluk içerisindeyim. Gülümsemekten ağzım yüzüm kaymış.Tabii bu arada yavaş yavaş yorgunluk baş göstermeye başladı. Saatlerdir ayaktayız, hele ben dünden de yorgunum.

Tam 19.45'te Athena çıktı. Çılgınlar gibi eğlendim ben. Onlar da çok heyecanlıydı şarkı sözlerini unutup durdular. Red Hot Chili Peppers'ın onlar için öneminden bahsettiler. "Naah çok beklersin" kısmında işte RHCP seyircisi, biz konserlerimizde bu kısmı söylemeye çekiniyoruz dediler. Red Hot Chili Peppers sürekli sikmekten sokmaktan bahsediyor len nah yanında ne kalır yani. Şimdi hep beraber RHCP izleyelim diyerek 20.45'te sahneden ayrıldılar. Athena'nın sahneden ayrılmasıyla görevlilerin sahneye dalıp ışığından prizine koca davuluna kadar her şeyi götürmeleri bir oldu. Biz de şaşkın şaşkın onları izliyoruz. Yok artık oha onu da mı götürüyorlar diyoruz. Sahneyi baştan yarattılar, yukarı kenarlara kendi ışıkçıları çıktı, her şeyiyle sahne Red Hot Chili Peppers için hazır hale geldi.

21.45-21.50 arasında sahnenin kararmasıyla HASSSİKTİR GERÇEKTEN GELDİLER dedim. Chad, Flea ve Josh sahneye fırladı. Kelimelerle anlatamayacağım kadar yoğun duygular hissettim. Çığlıklar eşliğinde elemanlar yerlerine geçti. Kendimizden geçmiş vaziyetteyiz bu sırada. Begüm ve benim mutluluk, şaşkınlık ve şok duygularımız karıştı ve göz yaşlarımız akmaya başladı. Yiğit desen ağlamak üzere. Bu sırada kahkaha atıp çığlık çığlığa bağırıyoruz ama. Flea 2-3 metre önümüzde abi var mı böyle bir şey! Bir anda Anthony uçarak, hoplayıp zıplayarak sahneye fırladı. Bağırtılarımız insan desibelini aşmış durumda. Monarchy Of Roses inanmazlık ve mutluluktan öte duygularla geçti. Son ses eşlik ediyoruz biz de. Chad nasıl sevimlilkler yapıyor arkadan, Flea zaten teşekkürler demeyi öğrenmiş onu söylüyor mikrofondan. Anthony güzel şeyler söylüyor, nerede yaşamak istediklerini anlatıyor.


Josh da türk bayraklı tişörtüyle sahneye çıkıp beğeni topladı. Şarkılar esnasında John'un altında ezildi, pek çok şarkıyı piç etti, özellikle Scar Tissue'nun sololarını bok gibi çaldı. Ama yapabileceğinin en iyisini yaptı adam. Zaten o ayağıyla dayanamayıp pek çok kez ayağa kalkıp çaldı. Şarkılar esnasında bizim kadar kendinden geçti. Konser alanında beklerken "peki konser sırasında Josh ölse ve gitariste ihtiyaçları olsa, sen sahneye çıkıp çalar mısın Yiğit?" diyecek kadar Josh'u sevmeyen ve umursamayan ben, konser sonrasında "John'un tırnağı olamaz ama yine de çok sevimli yerim yerim, John'dan sonra iyi ki sen gelmişsin Josh!" moduna girdim.

Monarchy Of Roses'dan sonra Dani California çaldılar. Kalabalık delirdi. Ben zaten her şarkıda tükürüklerimi saça saça bağırdım, yavaş olanlar hariç de hepsinde zıpladım. Arkadakiler kesin çok küfretmişlerdir bana. Boğazımı zorlaya zorlayana çığırdım. Hemen sonrasında Can't Stop çalmaya başladılar ki daha yükseğe çıkamayacağını düşündüğüm sesim daha da azmaya başladı. Kalabalık delirdi. En azından ön taraf. Hoplayarak eşlik ettik yine. Bir yandan kafa sallıyoruz, boynumuz kopmak üzere, bir yandan bacaklarımızı ağrıdan hissetmiyoruz, bir yandan boğazımızı zorlayabildiğimiz kadar zorluyoruz. Can't Stop'tan sonra Scar Tissue geldi. Çığlıklarımız artık çığlık olmaktan çıkarak çatallı bir haykırmaya dönüştü. Sesimiz gitmeye başladı ve kibar kız çığlıkları yerini travesti haykırmalarına bıraktı. Öyle bir delirme, bağırma çağırma, kafa sallama, zıplama mevcut ki bizde, tam karşımızdaki güvenlik görevlisi bizim akıl sağlığımızın yerinde olmadığına karar verdi. O kadar kendimizi yırtıyoruz ki artık halimize gülmeye başladı. Bu parçalardan sonra I'm With You albümünden Look Around geldi ki kendisi benim albümdeki favori parçam. O albümdeki en RHCP şarkı.

 
Bu videoyu bize çok yakın birileri çekmiş. Muhtemelen 1 ya da 2 yanımızdakiler. Buram buram benim sesim var bu videoda. Sürekli bağıran ve en yüksek çıkan ses benim sesim.

 Anthony üstünü falan çıkardı tabi, 50 yaşındaki adamın vücudu oradaki herkesten güzel amk. Nasıl taş, nasıl güzel, nasıl seksi. Şarkıyı da stüdyo kaydına çok yakın çaldılar. Zaten bütün parçaları öyle çaldılar. Canlı canlı çalıp söylemek hiçbir şekilde kötü etki etmedi. Look Around'dan sonra hiç tahmin etmediğimiz bir parça geldi; If You Have To Ask. En funk zamanlarındaki parçayı çaldı adamlar. İnanılmaz mutlu olduk diyeceğim de daha mutlu nasıl oldun ki sabahtan beri neler diyorsun baksana diyeceksiniz. Haklısınız, ama biz de her parçada daha mutlu olamayacağımızı düşünüp yanılıyoruz. Hissiyatımız tavan yapıyor, ölüyoruz bitiyoruz.

Derkeeen Charlie çalmaya başladılar. Sanırım dönüm noktası bu parçaydı. Delilik sınırını burada aştık. Konserlerde çok çaldıkları bir şey de değil normalde. Burada çaldılar işte amk var mı ötesi? Anthony'nin parçanın başındaki "hığğğ" sesini çıkarmasını bekledim ama çıkarmadı, olsun. Performansları müthişti, Flea gene kopuşlarını yaşadı, devamlı hopluyor, zıplıyor, kafa sallıyor. Sevimlilikler yapıyor, güya çirkin surat yapıyor bize. Zaten adam bass'ı yağ gibi çalıyor, elleri akıp gidiyor resmen. Bu şarkıda şöyle de bir şey oldu ki birkaç kez Flea'yle göz göze geldik. Şaka mı lan Flea'yle bildiğin göz göze geldik abi. Zaten Flea tam önümüze doğru çalıyor, adam tam bizim kısma bakarak deliriyor, eğlendiriyor. Ben de bu arada göz göze gelme seanslarımızdan birinde dil çıkardım buna. Çıkarmamla Flea'nin de dil çıkarması bir oldu, ama anında içeri soktu dili. Oha bana geri dil çıkardı laaan dedim, ama çok büyük bir tesadüf de olabilir bu tabi. Gerçi konser sonuna kadar dilini göstermedi bir daha. Olsun, bana olmasa da ben üstüme alınmak istiyorum.

1 tane Stadium Arcadium şarkısı çalsınlar kulları köleleri oluruz derken bir sonraki şarkı geldi; Hard To Concentrate!!! Benim çok sevdiğim ve benim için çok özel olan bir parçadır. Konserlerinde de çok nadir çalarlar. Bunu duymamla Begüm'e baktım, onun da favori parçalarındandır. Kız şoka girmiş bir vaziyetteydi. İnanamıyoruz ikimiz de. Zaten ilk girişi duymamla gözyaşlarıma hakim olamadım. Bir yandan mutluluktan, şarkının bana olan özelliğinden ağlıyorum, bir yandan çığlık çığlığa bağırıp gülüyorum. Bu kadar da mükemmel bir playlist yapamazlar modundayım. Adamlar seçip seçip çalıyor resmen. The Adventures Of Raindance Maggie geldi bundan sonra. Şimdi şöyle anlatayım halimizi; demir parmaklılar ardında delirmiş, parmaklıklara vuran, bağıran, deli gibi davranan bir orangutan düşünün. Heh işte biz de öyleydik. Hiçbir farkımız yoktu o orangutandan. Eksiğimiz yok fazlamız var o derece.Salyalarımızı saça saça, ağzımızı 10 tane elma sığdıracak genişlikte aça aça söylüyoruz şarkıları. Anthony bu arada müthiş, klasik dönme hareketlerini yapıyor, sahnenin bir başından diğer başına döne döne geliyor, tipik dans hareketlerini yapıyor. Arada tükürüyor, bize gelse de bismillah çeksek diyoruz geyikle. Biz yorgunluktan ruhumuzu orada teslim etmek üzereyiz, adamda tık yok. 2-3 günde bir yapıyor bunları bir de. Diğerleri de aynı şekilde. Yaşlarına ve tempolarına rağmen mükemmellerdi. Hiç ara vermeden 1 saat 45 dakika sahnede kaldılar.

Anthony'nin Maggie'yi yanlış söyleyip 2 kez "I want to lick a little bit" demesinden sonra I Like Dirt geldi ki bu da hiç beklemediğimiz bir parçaydı. En funk-punk döneminden bu kadar parça çalmalarına çok sevindik. Gene boynumuz kopacasına salladık. Artık haykırmıyoruz da, onun adı o olamaz. Olsa olsa hönkürmek olur. Hönkürüyoruz. I Like Dirt derken son albümden Did I Let You Know'u çaldılar. Benim çok bildiğim bir parça değildi açıkçası. Şaşırdım da aslında, genelde Ethiopia ya da Factory Of Faith çalıyorlar. Bu arada Chad'i görmekte zorlanıyoruz en öndekiler olarak, çünkü sahne bizden uzun ve çok yakınımızda. Chad ve davulu da sahnenin en arka yerinde. Allahtan Chad'imiz boylu poslu, bu sayede görebildik kendisini. Azıcık öne alsaydılar bateriyi sorun kalmayacaktı. Kısa boylular için kötü oldu. Bir de sevimlilikler, şekerlikler yapıyor arkada böyle. Arada baget fırlatıyor bize doğru. Konser boyunca kendimi ev sahibi gibi hissettim, sağa sola bakıyorum sürekli insanlar eğleniyor mu, parçalara eşlik ediyor mu, zıplıyorlar mı diye.

Bu bittikten sonra ufak çaplı bir kalp krizi daha geçiriyordum, çünkü Dosed'a başladılar. Kısa süreli bir beyin yitimi yaşadım orada. Introsunu çalıp bıraktılar, şarkıyı Under The Bridge'e bağladılar ama o kadarı bile yetti. Konserlerinde hiç Dosed çalmıyorlar, kırk yılda bir böyle introsunu çalıyorlar. Bu bile yeterli. Under The Bridge zaten mükemmeldi. En sevdiğim parçalardan. Duygulu duygulu söyledik hepberaber. Ardından müthiş bir üçlemeyle beklediğim Higher Ground, Californication ve Bye The Way geldi. By The Way'e o kadar sevindim ki şarkının sözlerini unuttum, karıştırdım falan. Konseri burada bitirdiler. Tabii ki sonra bis için geldiler. Konser boyunca en çok beklediğim parça Suck My Kiss'ti. İlk onu çaldılar. Çalmayacaklar diye ödüm patlamıştı. Hep beraber "oh baby do me now, do me here I do allow!" diye kükredik. Flea ve Anthony yer çekimine karşı gelerek havada kalıyorlardı zıplarlarken. Diğerinde gene ters köşe yaptılar ve Soul To Squeeze çaldılar. Son olarak da klasik Give It Away geldi. Kendimizi kaybettik zaten. Konser bitimine kadar Otherside'ı bekledim ama çalmadılar. Ama diğer şarkıları o kadar güzel seçmişlerdi ki pek de bir önemi kalmadı aslında.

Konser boyunca en üzüldüğüm şey yaşlandıklarını açık seçik görmem oldu. Bunu performanslarından gıdım hissettirmeseler de yüzleri, kırışıklıları ayan beyan ortada.

Hayatımda en çok istediğim şey Red Hot Chili Peppers'ı canlı izlemekti. Şimdi bu hayalim gerçekleşti. Artık en çok istediğim şey Red Hot Chili Peppers'ı bir daha canlı izlemek. Bu kadar da sığ ve amaçsız bir insanım işte ehehe. Olsun abi, canım gibi sevdiğim Chad, Anthony ve Flea'yi (ve John'u) neden bu kadar sevdiğimi bir kez daha anladım. İyi ki varlar, iyi ki geldiler. Şu anda dünyanın en mutlu insanı benim, ötesi yok.






5 Eylül 2012 Çarşamba

İntihar olayları

Hepimizin içinden çıkamadığı olayların olduğu, sıkıntılar içinde boğuştuğu, depresyon sınırında yürüdüğü, hayattan zevk alamadığı, çıkış yolunun intihar olduğu düşüncesine kapıldığı zamanlar olmuştur. Ama bir şekilde yaşıyoruz, hayatımıza devam ediyoruz. Ölmeyi düşündüğümüz zamanları gençliğimize, tecrübesizliğime veriyoruz. Mesela orta yaşlı birinin kendini öldürdüğünü düşünemem ben. Hayatında çok şey görmüş geçirmiş, acılar çekmiş, belli yaşa kadar dimdik ayakta gelmiş insanları ilaç içerken, gaz solurken ya da ellerine bıçak almış hallerini düşünemem. Düşünmek de istemem. Hayatlarını daha bir düzenlidir, emekli olmalarına az yılları kalmıştır ya da olmuşlardır bile. Neden en rahat edecekleri zamanda bunu yaparlar? O heybetli bedenleri nasıl kendilerine yaptıklarından dolayı yerde hareketsiz yatar?

Dün kuzenimle migrosa gitmek üzere evden çıktık. Sokağın başına gelince bir ambulans gördük. Toplanan kalabalıktan ve ambulanstakilerin yavaş hareketlerinden birinin öldüğünü anladık. Ölüm o sokakta ilginç bir şey değil, zira yaşayanların hepsi yaşlı insanlar. Her yıl sokaktaki birkaç kişinin ölüm haberini alırız. Ambulansla beraber olay yeri incelemenin de orada olduğunu görünce bir şeylerin ters gittiğini anladık, ama işimize gelmedi çok sorgulamak. Moralimizi bozmak istemedik müthiş bir bencillikle. Akşamına öğrendik ki annemlerin, teyzemlerin çok yakın arkadaşı, 30 yıldır her daim görüştükleri biri intihar etmişti. İsminden kim olduğunu çıkaramadım, üzülmek yerine bencil olmak işime geldi, elimde telefon mesaj yazmaya devam ettim.

Bugün Freddie Mercury'nin doğum günü. Bu blogda da defalarca yazdım zaten, kendisi idolümdür. Hiç görmediğim birini çok seviyorum abi, öyle böyle değil ama. İyi ki doğdun dedim kendi kendime, "keşke ölmeseydin de, hep yaşasaydın sen, keşke." Videolarını izledim, şarkılarını dinledim, tam internetten çıkacakken o kadına da bakmak istedim facebook'tan. Bakmamla beynimden vurulmuşa döndüm zaten; "o kadın mı..." Evet tanıdığım biriydi, konuştuğum, hakkında kendimce bir şeyler düşündüğüm...

Şu anda inanılmaz üzgünüm, hala gözüme getiremiyorum yemeklerde neşeli neşeli konuşan kadının bir avuç dolusu ilacı boğazından indirdiğini, cansız bedeninin bulunmak üzere beklediğini. İntihar etmeden bir gün önce bir şeyler paylaşırken, yorumlar yaparken kararını vermiş miydi? Ben kuzenimle gülüşüp dedikodu yaparken o yanda can mı çekişiyordu? Migrosa erken gitmeye karar verseydik bir şeyleri değiştirebilir miydik? Artık bilmemize imkan yok.

Bu gece, bu sabah, şarkılar 2 güzel insana gitsin. Keşke hiç ölmeseydiniz, keşke hep yaşasaydınız.



2 Eylül 2012 Pazar

Bu da benim favori playlistim

Blog artık blogluktan çıktı, konser günlüğü gibi bir şey oldu. Olsun ziyanı yok. Zaten kaç kez Red Hot Chili Peppers'ı canlı göreceğiz de bu kadar heyecan yapacağız.

Can't Stop
By The Way
Desecration Smile
Don't Forget Me
Wet Sand
Snow ((Hey Oh))
The Zephyr Song
Otherside
Venice Queen
Give it Away
Tear
Californication
Blood Sugar Sex Magik
I Could Have Lied
Dani California
Scar Tissue
Under The Bridge
Universally Speaking
Dosed
Readymade

Listedeki 3-4 şarkıyı hiçbir konserlerinde çalmıyorlar. Ama benim için en güzel ve en eğlenceli konser bu liste ile olurdu. Zaten fark ettiyseniz hiç I'm With You albümünden şarkı yok. Zaten Red Hot Chili Peppers'ın I'm With You kadar kötü albümü de yok.

31 Ağustos 2012 Cuma

If they had sex

Glenn Danzig diye bir müzisyen var benim sevdiğim. Danzig adlı heavy metal grubunun solisti. Bu adamla ilgili herkesin ortak bir görüşü var: Jim Morrison'ın rock'n roll yerine metal yapanı; sesi, duruşu ve her şeyiyle.





Benzerlikleri bu videolarda yeterince görülüyor. Sahnedeki tavırları, sakin duruşları bile benziyor. Az önce youtube'da dolanırken şöyle bir yorumla karşılaştım: "If Elvis had sex with Jim Morrison, their baby would be Glenn Danzig." Bunu okumamla ahaha hakikaten laaan demem bir oldu ve işsiz güçsüz, boş işler uzmanı olarak bunu test etmeliyim dedim. Saçma salak bir internet sitesi buldum, Elvis ve Jim'in fotoğraflarını yükledim.



Sonuç hiç de umduğumuz gibi olmadı. Nerede gotik, simsiyah saçlı Glenn Danzig'imiz, nerede bu sarışın renkli gözlü bebe. Sonuç tam bir hüsran.

Yargılamayın beni, sadece evde canı sıkılmış, kedisi bütün gün suratına bakmamış, diğer kedisi ise onu kendi yatağından kıçıyla aşağı itmiş biriyim, bühiii.

30 Ağustos 2012 Perşembe

8 Eylül yaklaştıkça böyle yazılar çıkıyor tabi

Hazır 8 eylül geliyorken bol bol Red Hot Chili Peppers yazısı yazmak istiyorum. Türkiye'ye gelecekleri için ne kadar heyecanlı olduğumu, son anda bir sorun çıkacak da gidemeyeceğim diye aklımın çıktığını, John'un nasıl gruptan ayrıldığını ve yeni gelen Josh insanının onun tırnağı olamadığını, I'm With You albümünün kendi ruhlarından ne kadar uzak olduğunu, tüm albümün toplamının kendi başına sadece bir Desecration Smile'ın verdiği hissiyatı dahi veremediğini, tarih yaklaştıkça her gece rüyamda konseri gördüğümü ve (John olmadığından) Anthony başta olmak üzere hepsiyle pek sıkı fıkı olduğumu yazmak istiyorum. Bunların hepsiyle ilgili birer sayfa yazı yazabilirim aslında. Ama başka bir şeyden bahsetmek istiyorum ben.

Red Hot Chili Peppers'ı neden çok fazla sevdiğimle ilgili 100 maddelik bir liste çıkarabilirim. Bunun ilk sırasında ne olurdu bilmiyorum ama en yukarılarda müziklerinin, şarkılarının egosuz olması olurdu. Grubun egosundan bahsetmiyorum, grup üyelerinin -hele hele Anthony'nin- götlerinin tavanda olduğunu hepimiz biliyoruz. Her ne kadar eğlenceli ve kolaylıkla yanına yaklaşılabilir tipler gibi görünseler de uzaktan, yakınımızda olduklarında "orada dur bebeğim" diyecekleri kesin.

Hepimiz belli bir yaşa geldiğimizde ne kadar da "cool" görünmeye çalışırız ayrılık yaşadığımızda değil mi? Aman belli etmeyelim üzüldüğümüzü, aman hayatımıza mutlu mesut görünmeye çalışalım. Ulen biz mal gibi öyle davranırken adamlar -koskoca John, Flea, Chad, Anthony- I Could Have Lied şarkısında "I'm fucked up now.." diyor. Hani istediği kişiyle birlikte olabilen bu insanlardan bahsediyorum. Hissetmiş de yazmışlar. "Feysbuka koy şunu koy, eğlenceli gözüksün" tribindeyken adam bizim diyemediğimizi açık açık bağıyor: Sikik durumdayım, ağzıma sıçıldı.

Herkesin hayatında süründüğü, uğruna gururunu ayaklar altına aldığı, affetmemesi gereken zamanlarda her şeyi sineye çektiği zamanlar olmuştur. Gong Li diye bir şarkısı var bu grubun, "bazıları benimle oynadığını söylüyor, umurumda değil, ben seni bekliyorum.." diyor. Yahu bu adamlar bile itin götüne sokmuş kendilerini, biz hala neyin "sakın belli olmasın"ından bahsediyoruz? Hepimiz yaptık zamanında bunu. Olsun yeterki benle olsun mantığımız oldu bir zamanlar safken, küçükken, çok aşıkken. Neyin havalı gözükme çabası bu?

Süründüğümüz zamanlar oldu mu? Oldu. Gözlerimizden yaşlar akarken kızlı erkekli fotoğraflarda "atlattım ben onu yeaaa" mesajı vermek üzere taglendiğimiz oldu mu? Oldu. Götüm gibi aşkımızdan ölürken, beyinimiz çalışmazken Red Hot Chili Peppers'tan Stip My Mind'ı dinledik mi? Evet (Ben dinledim yani, hehe). Anthony bağıra bağıra söylüyor lan, lütfen aklımı bu kadar alma, en azından bir kısmı kalsın diye. O bile yalvarıyor amına koyim.

Yaşanmışlıklardan şarkıların oluştuğu varsayımından (gerçeğinden desek daha doğru olur gerçi) yola çıkarak, böyle egosuz, gururu ayaklar altına alan şarkılar her gruptan çıkmıyor. Çıksa da 1-2'yi geçmiyor. Bunlar gerçek hayatı yazıyor resmen. "Yok yeaa ben hiç bir erkek/kız için köpek olmadım, ağlamadım, gözlerim kör olmadı. İlişki bittikten sonra çok kolay atlattım". Siereleee. Hatta tekrardan; sieeee.

Not 1: Ha, şimdi çıkıp da "o şarkıda onu demek istemiyor ama" diyen çıkıntılar olabilir. Ben öyle anlamak istiyorum amk.

Not 2: Bütün genellemeler yanlıştır.


21 Ağustos 2012 Salı

"4 milyar dolardan fazla param var benim"

İleride zengin olursam bir evimi, dairemi kedilere ve köpeklere tahsis etmeyi hayal ederim ben. Gerekirse bir tane bakıcı tutarak onlarca canı içeride beslemek, ısıtmak, korumak istiyorum. Kedilerin en büyük derdinin istedikleri kadar taranamamak olduğu bir ortam benim hayalim. Köpekler kocaman bir bahçede yaşayacak; sokak köpeği olarak addedilen beğenilmeyen, sakat, yavru, yaşlı hepsini toplayıp sahip çıkacağım. Hayvanların apartman altlarında, sitelerde, sokaklarda bile istenmediği (İroniye gel), hatta canavarca öldürüldüğü şu ülkede en azından bir kısmını mutlu etmek istiyorum. Neredeyse her gün hayalini kurarım bunun. Yemek ve su koyulacak yerlerin mekanizmalarını bile tasarladım kafamda.

Çok eskiden nickelodeon'da bir program vardı çocuklara yönelik. Küçük skeçlerden oluşuyordu. Oradaki canlandırmalarından biri çok zengin bir adamla ilgiliydi. Sürekli paradan konuşan bu adam her olay karşısında "4 milyar dolardan fazla param var benim" derdi. O günden beridir aklımdadır 4 milyar dolardan fazla paraya sahip olmak. Aklımdadır derken, gerçek olacağını düşündüğümden değil. Sadece hayal kurmak benimkisi. Düzenleyeceğim, çeki düzen vereceğim, renklendireceğim barınakları; oluşturacağım doğal yaşam alanlarını düşünürüm sık sık. 

Ben hayal kuradurayım, benim hayalimin ev kısmını gerçekleştiren olmuş bile. Teyzemin bir komşusu boş duran evini 20 küsür kediye tahsis etmiş. Başka bir kiracısıyla da kira ödememesi şartıyla hayvanların bakımı konusunda anlaşmış. Hayvancıklar bütün gün o kanepeden diğerine, o yastıktan bu yastığa atlıyorlarmış. Kedi sayısı da her geçen gün artıyormuş. İnsanlardan tekme yemek, bir lokma yemek uğruna çöpleri karıştırmak yok, daha ne olsun! Olsun varsın benim de bir evim onların olsun.

Pek çok kişi bu hayalimi anlamayacak, saçma bulacak biliyorum. Olsun, sorun değil, ben hayallerimle gayet mutluyum :)

12 Ağustos 2012 Pazar

Küfürlü stres çemkirmesi

Çocukluktan beri bildiğim bir söz vardır, "İnsanlar önce para kazanmak için sağlıklarını, sonra da sağlıklarını kazanmak için paralarını verirler." İşte ben bu sözün amına koyim. Çünkü çok doğru bir söz.

Takık bir insan olduğumdan dolayı her zaman stres vardı hayatımda. Daha doğrusu her şeyi kafama taktığımdan, olmayan yerde stres yaratmakta üstüme yoktur. Kendi kendimin çok kolay ağzına sıçabiliyorum anlayacağınız. Sürekli geleceği düşünürüm bir de bok varmış gibi. Aman onu yapayım mükemmel olsun, aman bunu başarmalıyım, hep birinci olmalıyım, en iyisini ben yapmalıyım... Gereksiz hırs da var yani. Dur lan sakin ol, vücudun kaldırabiliyor mu onu söyle önce. İşmiş gelecekmiş paraymış sokayım hepsine.


Ha ne mi yaptı bu stres bana? Hayat boyu geçmeyecek gastrit verdi öncelikle. Eskiden taşı eriten midem şimdi bebek poposu hassaslığında. Yemek yemek aylarca kabus oldu bana. Hala daha en ufak bir stres kırıntısı gösterdiğimde ağrıdan kıvranırım. Müthiş bir baş ağrısı verdi bir de. Hiçbir ilacın geçiremediği günlerce, haftalarca geçmeyen pis, götelek bir ağrı. Hayatını idame ettirmekte zorlanıyorsun falan. Bir de uykusuzluk var ki sormayın. Geceleri birkaç saat uyudum uyudum. Yoksa sıçış. Sabahlara kadar düşünmeler,   şanslıysam kabuslar, sağa sola dönmeler, uykudan kıvranmama rağmen dalamamalar. Peeh.


Sağlığımı kaybetmek bütün bunlara değiyor mu? Kesinlikle hayır. Peki neden inatla uslanmıyorum ve aynı şeye devam ediyorum bilmiyorum. Belamı arıyorum herhalde, başka bir nedeni olamaz. Sokayım bana da.

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Angie

Bu şakıyı her dinlediğimde yıllar önceki kız arkadaşım aklıma geliyor. 17 yaşındaydık, çok güzel bir kızdı. Elini tuttuğumda kalbim çarpardı. Erkenden gidip onun gelmesini beklerdim dışarıda soğukta. Çok aşıktık, çok iyi anlaşıyorduk. Nereden nereye... Şimdi evliyim ve 2 çocuğum var. Hanım bunları yazdığımı görse hır çıkarır, en iyisi ben gideyim...




İstemediğimiz hayatları yaşıyoruz.

8 Temmuz 2012 Pazar

İyi ki doğdum, gördün mü 25 oldum :p

Bugün benim doğum günüm. Kimilerine göre 24, kimilerine göre 25 oldum. Sorun değil. Ben bugün ciddi ciddi oturup düşündüm, bu 25 yılda ne yaptım, kime yararım dokundu, kimleri kırdım, hayatımın ilk çeyreğini nasıl geçirdim?

Hiçbir zaman bencil bir insan olmadıysam da kıskanç bir insan olduğum oldu. Hatta çok kıskanç. Arkadaşlarım, sevdiklerim, ailem sadece benim olsun isterdim. İnsanları gererdim ben. Kıskanmasam da kıskanmış gibi davranırdım, "herkes kıskanıyor sanırım, benim de öyle davranmam demek ki" mantığıyla hareket ederdim. Sanırım çok insanı bunalttım bu yüzden. İnsan değişiyor işte.


İnsanın çok arkadaşı olur ama çok az dostu olur derler. Bir elin parmaklarını geçmez derler gerçek dostların sayısı. Benim için öyle değil, az arkadaşım, çok dostum vardır. Her düştüğümde itinayla kaldırırlar beni yerimden. Her şeyimizi anlatırız birbirimize ve asla yargılamayız. Fedakarlıklarla dolu ve ne olursa olsun birbirimizin arkasında olduğumuz yıllar geçirdik biz. Hayatımda gurur duyduğum şeylerdendir dostlarımla olan iletişimim.

Bir de yeğen sığdırdım bu 25 yıla. İleride bass gitarist mi elektro gitarist mi olacak tartışmasını veriyorum kendi içimde. Kedim var bir de. Kedilerim hatta. Önceleri 2 kardeştiler, sonra biri kayboldu ve teki kaldı. Tek kalan doğurdu ve toplamda 4 tane kedi bakıyorum. Hayatımda yaptığım iyi şeylerden.

11 yaşındayken kendimden küçük bir çocuğa kötülük yapmıştım ben. Ben yerde oyuncaklarımla oynarken o arkamda ayakta duruyordu ve nedenini kendim de bilmediğim bir şekilde, birden sırtımın yanındaki 2 bacağını çektim ve çocuk arkaya düştü, kafasını kalorifere çarptı. Bağır çağır ağlarken annesine açıklama yaptım "anlamadım ben de, ayağı kayıp düştü herhalde.." Keşke hayatımda yaptığım en büyük kötülük bu olsaydı diye düşünürüm sık sık. Ama istemeden insanları çok kırdığım oldu.

Bir de bağlanma huyum var ki akıllara zarar. İnsanları doğru düzgün tanımadan etmeden hayatıma dahil ederim hemen. Ederdim demem daha doğru aslında, pek çok duygum gibi huylarımı da bastırmayı öğrendim.

...Ve şimdi anlıyorum ki hayatıma giren kimseden pişman değilim ben. Hayatıma girenler, çıkanlar, üzdüklerim, üzüldüklerim, bana zarar verenler... Hiçbirine kırgın değilim. Olgunlaşmak, başa hiçbir şey gelmeden olmuyor işte.

En çok da ne mutlu ediyor beni biliyor musunuz? 25. yaşıma "kadın" gibi hissederek giriyorum. Son 1,5 yılda inanılmaz olgunlaştım, geliştim, düşüncelerim ve davranışlarım oturdu. Hala çocuksu bir yanım var, ama ben kendimi daha çok "kadın" olarak görüyorum artık. Eski tripli, çekilmez, nazlı, zor Aybüke değilim ben. Aslında uzun süredir de değilim, ama daha bir dinginlik var üzerimde artık. Her başıma geleni sosyal paylaşım sitelerinde yazıp ağlayan o eski ben değilim. Aşık oluyorum, seviyorum, seviliyorum, ayrılıyorum, bunların hepsinin hayatın tadı tuzu olduğunu biliyorum. Hayatıma devam ediyorum.

Çevremdeki çoğu insan gibi "yaşlanıyorum!" triplerinde de değilim, aksine, daha da kadın gibi hissedeceğim günleri de yaşamak istiyorum. Yaşım 25 olmuş 35 olmuş fark etmez. Bir iki kırışıklıktan zarar gelmez. Yaşanmışlıklarım var artık. Ezbere davranmıyorum.

Hala "I want to hold your hand" diyerek aşık olduğum adama seslenebiliyorum lisedeymişim gibi utanarak. Ama hala kırmızı rujumu sürüp kendimden emin bir şekilde "I want you" da diyebiliyorum. Sometimes I feel like screamin' desem de hayat felsefemi değiştirmiyorum: All you need is love!

27 Haziran 2012 Çarşamba

İstediğimiz gibi konuşabilmek




Hepimizin var söylemek istedikleri de söyleyemiyoruz işte. Kaybettiklerimiz ise çok fazla.

19 Haziran 2012 Salı

Uzaylı kaçırması vs Hamam böceği istilası

İşsiz güçsüz boş bir insan olduğumdan şu saatte aklıma sik gibi bir şey geldi. Hayatımda en çok korktuğum, iğrendiğim, lanet fobimin olduğu iki şey, uzaylılar ve iğrenç, büyük, yapışan, kanatlı, üzerinize üzerinize gelen (yazar burada titredi, yazmaya devam edemedi, mutfağa gidip su içti) böcekler. Diyelim ki bana dünyanın en kötü işkencelerini edecekler; beni bir sandalyeye bağlayıp gün boyu Serdar Ortaç dinletecekler ya da Freddie Mercury'e Nihat Doğan şarkıları söyletecekler, ne bileyim Bülent Ersoy'un makyajsız halini gösterip duracaklar, tüylü şeftali yedirmeye kalkacaklar, çağla bademleri orama burama sürtecekler ve birini seçmem gerekecek. Hangisini seçerim?

Uyandığımda odamın her santimetre karesini böcek sürüsüyle kaplı görürsem, kesin olarak kendimi odamın penceresinden atarım. 6. kattan düşerken 2 saniye de olsa böceklerden kurtulmamın huzuruyla dolarım. Böceklerin üzerinden atlamaya çalışayım da ezdiklerimi ezeyim gibi bir durum söz konusu değil. O çatırt sesine zaten tansiyonum düşer benim, bayılırım. Bayılınca da böcekler üstümde fink atar. Ayıldığımda böyle bir manzarayla karşılaşınca da akıl sağlığımı yitiririm. İstanbul'u fetheden Kenan Paşa yanımda solda sıfır kalır.

Uzaylı desem, o yeşil, böceğimsi yaratığı görünce ne yaparım bilmiyorum. Muhtemelen sesimi bile çıkaramam kaskatı kesilirim. Ve şansımın içine tüküreyim ki kalp krizi geçirip ölmem. Aksine gayet yaşarım, onlar için mükemmel bir kobay olurum. Kocaman siyah gözlerini, Erol Evgin'in peruksuz hali gibi saçsız, garip şekilli kafalarını gördükçe panik atak geçiririm. Uzayda istediklerini yaparlar bana. Deneyleri unutturmazlarsa da siyasetçilerden bile kötü olur akıl sağlığım.

Ha ama şöyle bir ihtimal de var; uzaylılar bildiğimiz uzaylı görünüşünde olmayıp Brad Pitt'tir, Ewan McGregor'dır, Kurt Cobain'dir, bunların tipinde olabilirler. Bu küçük ihtimali de göz önüne alarak tercihimi uzaylı kaçırmasından yana kullanırım sanırım.

Kendim sordum kendim cevapladım. Birazdan da kendim pişirip kendim yiyeceğim.

1 Haziran 2012 Cuma

Hiçbir şey iyi etmedi de..

Bir haftadır kötüyüm. Hatta kötü ne kelime, iğrencim. Çok istediğim bir iş vardı. Herkesin girmek için sıra olduğu ve benim kapısını sonuna kadar açtığım bir iş. Aylardır uğraşıyordum, sınavlarına giriyordum, mülakatları için şehir değiştiriyordum. Ve sonunda oldu. Sonucumu öğrenmek için aradım ve sonucumun olumlu olduğunu, iş teklifinde bulunacaklarını söylediler. Haftaya cuma telefonumuzu bekleyin iş teklifi için dediler ve telefonu kapattık. 1 yıllık işsizliğin ardından ilaç gibi geldi bu haber. Diğer iş olanaklarını kafamda bir kenara iterek haberin keyfini çıkardım. Birkaç yıl burada çalışırım, sonra tam da istediğim gibi yurt dışına yerleşirim düşüncesiyle iyice mest oldum.

Gün geldi çattı, ne arayan var ne soran, ama ben hala sevgi kelebeğiyim. "Birazdan arayacaklar ve çok iyi bir işim olacak, hayat ne kadar da güzel, kediler ne kadar da şeker ^_^" modundayım. Taa ki başka birisinden bütün tekliflerin yapıldığını, sözleşmeye çağırmaların başladığını öğrenene kadar.  O pembe bulutun tepesinden yere bir çakılışım var ki...

Ben ne yapacağımı şaşırdım tabi, arayıp küfretsem olmaz, ayıp (gerçi ayıp değil de kendime yakıştıramadım işte), çok istediğim diğer işi gözden çıkarmışım bunlar işe alınacaksınız dedi diye. Mal gibi kaldım ortada. 1 yıllık stresimin ve tükenmiş sinirlerimin üzerine, sadece 10 gün sonra olan gözden çıkardığım işin sınavına çalışma zorunluluğum  tuz biber oldu. Yıkılan hayallerimle beraber bunalıma girdim. 1 hafta boyunca kimseyle konuşmadım doğru düzgün, evde dışarı adımımı atmadım, nutella yiyip ağladım bol bol, benle konuşmaya kalkanların ağzına sıçma eğiliminde bulundum, en yakın arkadaşlarımı bile sallamadım. Beni neşelendirmek için her şeyi söylediler, şebeklikler yaptılar, ben ne istiyorsam onu gerçekleştirdiler, ama hiçbiri iyi etmedi beni.

Çok da yakın olmadığım biri var hayatımda. Sevimli bir arkadaşım. Havadan sudan muhabbet etmeye başladık. Sana bir şey söyleyeceğim dedi birden. Söyle tabi dedim. Özel biri olduğunu unutma lütfen dedi. Nereden çıktığını anlamadığım bu lafa çok şaşırdım. Uzun uzadıya muhabbet edip sıkıntılarımı sonuna kadar paylaştığım biri de olmadığı için iyice şaşırdım. "Ve çok ciddiyim. Ben insanları umursamam ve acımam. Sadece özel olanları hayatımda tutmaya çalışırım. Bu konuda iğrenç bir bencilliğe sahibim ve sen o özel insanlardansın." diyerek iyi geceler diledi. Ben öylecene kalakaldım. 

Hiçbir şey beni iyi etmedi de, hayatımda uzun zamandır duyduğum en güzel sözler olan şu cümleler beni iyi etti. Umutla doldum, kediler çok sevimli moduma geri döndüm.

O anda arkadan Gary Moore çalmaya başladığından da olabilir, bilemedim şimdi :p :)

Aslında gündemle ilgili pek yazmıyorum ama...

...madem konusu açıldı, kürtaj yasağını destekleyenlerin izlemesini tavsiye ettiğim bir film var. Beni bir kadın olarak en çok rahatsız eden filmlerin başında gelir. O gerçeklik, huzursuzluk, çaresizlik yasak sonrası kadınların başına gelecekleri fazlasıyla gösteriyor.


4 Months 3 Weeks 2 Days IMDB Sayfası

26 Mayıs 2012 Cumartesi

28 Nisan 2012 Cumartesi

Bu da böyle bir mülakat

Geçen perşembe yine bir mülakat için İstanbul'a gittim. Partner'la görüşecektim ve son mülakat olduğu için başarılı olduğum taktirde iş benimdi. İnanılmaz gergindim; hazırlandım, çalıştım ve adamla görüşmeye gittim. Manager mülakatım iyi geçmişti, gergin olmama rağmen düzgün cevaplar verdim ve istediğim sonucu aldım. Manager gençti ama buna rağmen çok da ciddiydi. Müdür bile bu kadar ciddiyken partner'la yani "ortak"la görüşme düşüncesi beni iyice gerdi.

 Ofise gittim, partner elli küsür yaşında bir adamdı. Manager'ın ve kendi yaşının aksine çok rahattı, hiç gergin ve ciddi değildi. İnanılmaz tatlıydı. Konuşmaya başladık. Havadan sudan derken, adam birkaç soru sordu, bildiğim gördüğüm konuları ben bunları bilmiyorum, görmedik diyerek sıçışlara başladım. Adam "hayır, gördünüz bunları, Dokuz Eylül Üniversitesi veriyor bu konuları" diyor, ben bir yandan elim ayağım titreyek "öyle miydi, xxx'i soruyorsanız evet gördük, biliyorum evet uff" diye pot üzerine pot kırıyorum. Adamın sorduğu şeylere bambaşka yanıtlar veriyorum, zeka katsayım 10'a düşmüş ve karşımdaki flemenkçe konuşuyor sanki. Sular seller gibi bildiğim şeyleri beynim o anda algılayamıyor. Saçmaladıkça daha da geriliyorum. Arada espri yapmaya çalışıyorum -karşımda arkadaşım var ya-, lakin yaptığım espri kendimi kötüleyen şeyler, adam doğal olarak güleceğine öyle mi falan diyor.

 Derken birden elektro gitar muhabbeti geçti. "Ben de çok ilgiliyim müziğe" demesiyle bir anda rock grupları muhabbeti girdi araya. Radiohead'in ilk albümlerinden girdik, son albümlerinin ne kadar tekno olduğundan, bassın, gitarın duyulmamasından, elektro gitar çalmanın gerektirdiklerine, Queen'den Beatles'a, Red Hot Chili Peppers'tan Californication şarkısının alt yapısına, popüler müzikten, Freddie Mercury'e, Brian May'in gitar idolü olmasından, hard rock'tan Led Zeppelin'e kadar daldık. Karşımda babam yaşında bir adam olduğunu ve aslında mülakatta olduğumuzu tamamen unuttum ben. Güle oynaya gerginliğin gramı olmadan çıktım mülakattan.

 İlk baştaki sıçışlarımdan dolayı işi alacağım konusunda çok da umutlu değilim, ama önemli değil. Böyle bir partner'la, beni ve ilgilerimi önemseyerek bu konuları tartışan bir adamla tanıştığım için çok mutluyum. İş hayatında bu kadar sevimli ve iyi insanlar olabileceğine karşı inancım arttı. İyi ki gitmişim ve mülakata girmişim.

2 Nisan 2012 Pazartesi

Red Hot Chili Peppers Sorunsalı

Yıllardır "RHCP geliyor", "bu yıl kesin Türkiye'de" asparas haberleriyle çalkalandı durdu ortalık. Bu yıl da her yıl olduğu gibi yeni albümleri kapsamında Türkiye'ye gelecek haberleri yayınlandı. Tur dahilinde çevre ülkelere geleceği için heveslendim lan hakikaten de bu yıl geliyorlar galiba diye. Birikmiş bir miktar param da vardı, saha içi ön sıralardan birinden bilet alabilecek kadar maddi durumum vardı. Sonradan RHCP yeni tur şehirlerini açıkladı ve aralarında İstanbul yoktu. Gene hassiktir duygularımızla oynandı eeh sikerim diyerekten hayal kırıklığına uğradık. Arkadaş grubumuzca çok yaratıcı ve sağlam küfürler sallayarak durumun üzerini mecburen kapattık.

Aradan birkaç ay geçti ve işsizlik bunalımı başladı bende. Ne yapsam ne etsem derken "Hollanda'ya gideyim lan, ne de olsa Red Hot da gelmiyor, onun parasıyla birkaç hafta stres atarım" dedim. Bir güzel harcadım o parayı, uçak biletidir, oteldir, cep harçlığıdır, vize parasıdır. Red Hot Chili Peppers birikimi seyahate gitti yani. Varan 1.

Seyahatten önce araya bir iş görüşmesi sıkıştırıp İstanbul'a geldim. Arkadaşımla gece çıktık, o da "RHCP geliyormuş, ona da mutlaka gidelim!" diye sevindirik olurken acı gerçeği söyledim. Seyahat öncesi olan küçük birikimimi de ehhh sikerim gelmiyorlar zaten, İstanbul gecelerine harcayalım gitsin, içkiye harcayalım en azından mantığıyla harcadım. Varan 2.

Geziden geldikten sonra bir şekilde gene param birikti, İzmir'de gece dışarı çıktık arkadaşla. Birkaç bira içmek amacıyla girdiğimiz bardan "lan zaten Red Hot Chili Peppers da gelmiyor, yurt dışına da çıktım, bir ihtiyacım da yok, getirin vodkaları chivasları " diyerek sabaha karşı 5 parasız çıktık. Varan 3.

Birkaç gün önce bir şirket tarafından mülakat için İstanbul'a çağırıldım. Mülakatım hafta içinde olmasına rağmen hafta sonundan gideyim de eğlenelim bühii zaten Red Hot Chili Peppers da gelmiyor bütün paramı harcarım artık dedim, harcadım, hatta içeri göçtüm, batağa battım falan. Varan 4.

Hala İstanbul'dayım. Batağa batmamın, eksiye geçmemin ardındaki gündeyim ve tahmin edin bugün ne öğrendim? 8 Eylül'de Red Hot Chili Peppers Türkiye'ye geliyormuş. Defalarca paramın olmasına rağmen gelmemeleri ve en parasız, en meteliksiz olduğum dönemde, hele ki "zaten gelmeyecekler" mantığıyla şuursuzca, hunharca para harcamamın ardından sadece ertesi gün böyle bir şeyi öğrenmem ne demek he?!


Fuck this shit.

29 Mart 2012 Perşembe

Değişken Sıçışı

"Ben" ile başlayan cümleler kurmaktan hoşlanmadığımı yazmıştım, kendi blogum bile olsa kimsenin gram umrunda olmayacak hayatımı, iç karartıcı huzursuzluklarımı, hissettiklerimi ve sıkıntılarımı yazmamaya çalışıyorum (evet bu yazmıyor halim). Çalışıyorum ama beceremiyorum, sonuçta burası benim blogum, bunu okuyan gazete gibi köşe yazısı beklemiyordur herhalde. Ancak sürekli "ben şöyle yaptım, ben böyle yaptım" şeklinde yazılan bir blogun da pek eğlenceli ve ilgi çekici olmadığını kabul etmek gerek. Okunsun diye de yazmıyorum gerçi bu blogu, hatta hiç okunmasın, ben kendi kendime kendi içsel dünyamı yansıtayım istiyorum da herkese açık yazılmıyor bunlar, neyse..

İç karartıcı, zerre umrunuzda olmayan, "banane yarram?" dediğiniz mini yazılarımdan biri daha geliyor hazır olun. 2 kedi, kariyer, para, karakter, yeğen, yalnızlık, aile, pişmanlık, ev, hırs, sakinlik, sıkıntı değişkenleri var. Hepsine aynı anda sahip olunamadığından pişman olmamaya çalışarak hayatını en iyi yönde ilerletmeye çalışan bir Aybüke var. Bu sıkıntılı yolda tanrısı nutella olmuş, kilo almış, aldıklarını verememiş, bu yüzden de git gide daha da mutsuz olan takık bir kız Aybü.

Gece gündüz uygun bir denklem kurmaya çalışıyorum elimdekilerle. Stres de ebemi sikti ayıptır söylemesi.

Ya da siktir edip Yavuz Çetin dinleyeyim. Hiç olmadı The Kinks'tir Waterloo Sunset'tir, Lily Dreams On'dur falan.

24 Mart 2012 Cumartesi

Eski şansımın geri döndüğü tarih: 23 Mart 2012

Çok şanslı bir insan olduğumu, ne zaman bir şeyi çok istesem -imkansız gözükse de- mutlaka gerçekleştiğini daha önceden yazmıştım buraya. İşlerimin ters gitmesi çok nadirdir. Nadirdir nadir olmasına da hayatımdaki en uzun şanssızlık dönemini yaşıyorum 1.5 aydır. Büyük olaylar ters gitmiyor, ama küçük olup da ters giden, lakin birleşince insanın sinirini bozan saçma sapan şeyler vardır ya, hah işte onlar mütemadiyen peşimi bırakmamakta...ydı ki dün tersine döndü her şey.

Şu dediğim 1.5 ayda yurt dışına çıkacağım gün havaalanında sürünmem için yapılmış gibi 10 yıl sonra İzmir'e kar mı yağmadı, hauptbahnhof'da trenimi kaçırıp götüme paralar mı kaçmadı, ayağımı Hollanda'ya attığım anda kar fırtınaları mı başlamadı, araçlarım bozulup uzuvlarım ciddi anlamda donma tehlikesi mi geçirmedi, koca otelde bir tek benim mi odam sorunlu olmadı, manyaklar mı sarmadı, tramvay mı çarpmıyordu az daha, saçma sapan rahatsızlıklar mı yaşamadım... Bunlar sadece 3 günde oldu, 45 gün boyunca böyle devam etti. Her günüm böyle aksilikler üzerine aksiliklerle geçmeye başladı ki zaten stresli bir dönem geçiriyorum; iş için sınavlara gidiyorum, görüşmeler yapıyorum, araştırıyorum, çalışıyorum. Son birkaç gündür iyice şanssız, mutsuz ve depresiftim derken dün sabah tuhaf bir mutlulukla uyandım.

Richie Kotzen'ı ne kadar sevdiğimi cümle alem biliyor zaten, adamın peygamber olduğuna inanıyorum (tanrı Freddie çünkü), kendisine hayranım, ona olan sevgim şurada anlatılamayacak kadar büyük bilenler biliyor, aylardır da 23'ündeki İzmir konserini bekliyordum, hayaller kuruyordum. Ancak onun konserinin geldiğini bilmek bile rahatlatmıyordu artık beni, aksine bir terslik çıkacağını düşünüyordum, öyle boktan boktan günler geçirirken dediğim gibi sabah nedensiz bir sevinçle uyandım.

Sabahtan bir iş için sınava girmem gerekiyordu, iş yarı istediğim bir işti, asıl istediğim bölüm olmadığı için başvurmuştum ve sınav dağın tepesindeydi. İlk kez gram gerginlik hissetmeden güle oynaya, içimde nedensiz bir mutlulukla girdim sınava. Sınav esnasında istediğim asıl bölümün tam da bu yıl açılacağını öğrendim. "Hayret lan olur muydu benim istediğim şeyler" diyerek sınavdan çıktım. Sınavımın kötü geçmesine rağmen yüzümde güller açarak yola koyuldum. Yolda da "ne zamandır X'i, Y'yi, Z'yi görmüyorum yahu bir ara onlarla iletişime geçeyim, ne zamandır görmüyorum, keşke karşılaşsak" dedim ve 1 saat içinde dediğim insanların hepsiyle karşılaştım. "Lan noluyor, şansım mı dönüyor yoksa, istediklerim olmaya mı başladı gene, yoksa sadece aptala malum mu oldu" diyerek eve geldim.

Bilgisayarı açtım ve tanımadığım -sonradan konser organizatörü olduğunu öğrendiğim-birinden gelen bir mesaj gördüm: "Dün sayfamızdaki soruya doğru cevap vermişsiniz, Richie Kotzen'la tanışma şansı yakaladınız, saat 8'de konser yerinde olun". Ellerim titremeye başladı, kalbim saniyede 1500 kez falan çarpmaya başladı. LAAAAAANNN diyerekten evde bir posta koşturdum. Richie Kotzen lan boru mu bu?! Dünyanın en iyi ve en ünlü gitaristlerinden muhteşem bir herif. Diyorum ya, peygamber.

Günün geri kalanında 32 diş gezdim, kalp atışlarım normale dönmedi, hayatımda bu kadar heyecanlandığımı hatırlamıyorum. Saat 8'de kapının önüne gittim veee... Bir ışık huzmesi gördüm. İnsan olamayacak kadar güzel bir şey. Sanki o melek, bense taş devrinden fırlamış biriyim. Kendisini görünce elim ayağım iyice birbirine dolandı, dilim tutuldu. Görevli durumumu fark etti de yardımcı oldu, Richie'yle fotoğrafımı çekti bir güzel. Konser de muhteşemdi.

Geçen yıl James Blunt'ın kıçını ellemiştim, bu yıl da Richie'yle tanıştım. Şansımın döndüğü tarih budur işte.


12 Mart 2012 Pazartesi

...

Nedene ihtiyacım var. Sadece tek bir "neden". Ne olursa...

Rock'n Roll Suicide çalarken daha da zorlanıyorum onu bulmakta.

18 Şubat 2012 Cumartesi

Hüzünlü yazı.

Bu yazıyı bitirebilir miyim bilmiyorum, belki bitiririm, belki bitiremem. Belki de silerim yazdıktan sonra. Neden yazıyorum bilmiyorum. Üzülüyorum, ondan olsa gerek.

İnsanların şanslı olduğunu düşünmek ne kadar büyük bir ilizyon, dışarıdan mükemmel görünen hayatlarına özenmek ne kadar da içine kolay düşülebilen bir yanlış. İnsanların neler yaşadığını ya da yaşayacağını bilmeden özenmek, kalbinde bir kıskançlık -ya da fesatlaşmadan sadece gıpta diyelim- hissetmek, olanları ve olacakları gördükten sonra bu hissettiklerinden utanmak... İşte ben.

Yıllar önce, hatta tam olarak söylemem gerekirse 8,5-9 yıl önce çok yakın bir akrabamın -kuzenimin- düğününe katıldım. Türkiye'nin en pahalı ve güzel mekanlarından birindeydi düğün. Bir sürü ünlü ve kendileri gibi zengin arkadaşları gelmişti. Kuzenimin çok yakın bir arkadaşı, düğün başlamadan hazırlık aşamasında bizimleydi. Kıza gözüm takılmıştı. Davranışlarından pek hoşlanmamış olsam da çok özenmiştim. Hayatına yani. Tek başına İngiltere'de yaşıyordu, ailesi oturdukları şehrin en önemli ailelerindendi, çok zenginlerdi, tanınmışlardı. Benden birkaç yaş küçük bir kardeşi vardı ailesiyle birlikte yaşayan. İçimden "ne güzel her istediğine sahip. Çok şanslı. Keşke ben de her istediğime sahip olabilseydim onun gibi. Çok güzel bir hayatı var" dedim. Kıskandım. Düğün bitti, bir daha hiç görmedim onu. Birkaç ay geçti; bir gün tüm haber kanallarında flaş haber veriliyordu. Önemsemedim, bakmadım bile ne olduğuna annem beni çağırana kadar. Ne oldu diye sordum anneme, "baksana, düğündeki o kız. Hatırlıyor musun? Çok yazık. Gece evlerini basıp bütün ailesini öldürmüşler. Küçük kız kardeşini bile.. Kız o sırada İngiltere'deymiş, ona bir şey olmamış." Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Konuşamadım. Ertesi gün tüm gazetelerde boy boy fotoğrafları vardı. O kadar üzüldüm, o kadar üzüldüm ki.. İnsan başına ne geleceğini hiç bilemiyor, kim şanslı kim değil anlaşılamıyor. Özendiğimiz hayatlar birden bire çökebiliyor. Onun sahip olduklarını birkaç ay öncesinde kıskandığım için kendimden çok utandım. Hala daha utanırım.

5 yıl öncesinde gene aynı akrabalarımlaydım. Çok yakın bir arkadaşları, bir siyasetçinin oğluyla evleniyordu. "Kız da iyiymiş, koca parti başkanının oğluyla evleniyor, seçimden sonra kayınpederi başbakan olabilir ehehhe. İnsanlar ne de şanslı, yok muymuş adamın bir çocuğu daha? Ehehehe" dedim. Aynı gün kuzenimin arkadaşına eşya bakmak üzere buluştuk. Kızın kayınvalidesi de gelmişti. Siyasetçinin eşi yani. Yanında bir arkadaşı vardı. Beni görünce aralarında fısıldaşmaya başladılar. Tuhaf tuhaf bana bakıyorlardı. Daha sonra beni tanıştırdılar, el sıkıştık kadınla. Yanındaki kadına dönüp"Yasemin'e ne kadar da benziyor değil mi?" dedi. "Evet." dedi arkadaşı. "Onu görür gibi oldum resmen. Fena oldum. Ama onun saçları kıvırcıktı, düz değildi." dedi kadın. "Benim saçlarım fönlü şu anda, ben kıpkıvırcığım normalde" dedim. Kadının kalbine bir sancı saplandığını hissettim. "Kaç yaşındasın peki kızım?" "19'um." Kadın yutkundu "benim Yasemin'im de 19'undaydı öldüğünde. Allah onun ömrünü de sana versin güzel kızım."Ağlamamak için kendini zor tuttu. O anda benim de gözlerim doldu, kalbime saplanan bıçakla zar zor teşekkür ettim. Daha demin bir tane daha çocukları var mıymış eheh diye dalga geçtiğim kızın ölmüş, ne şanslılar yeaa diye tutturduğum ailenin de harap bir halde olduğunu öğrendim. Akşam kadın eve gittiğinde beni kocasına da anlatmış. Adam da çok kötü olmuş. Uzun zaman kendime gelemedim, hep o aileyi düşündüm, o kızı düşündüm. Televizyonda ya da gazetede gördüğüm her haberde bana dolu dolu gözlerle bakan anne geldi aklıma.

O gün bugündür kimsenin hayatına özenmem, kimseyi sahip oldukları için kıskanmam. Uzaktan bakıp ne kadar da şanslı demem. Mutluluğun hep yanımda olduğunu biliyorum. Para pulda değil, ailemde, arkadaşlarımda, sağlığımda, huzurumda. Aslında şanslı olan, her şeye sahip olan benim..

10 Şubat 2012 Cuma

Mutluluk

Bir süredir Almanya'da tatildeyim, mutluyum. Ondan evvel de Amsterdam'da gecirdim günlerimi. Istedigim her seyi aldim, istedigim her yeri gezdim, herkesle tanistim vakit gecirdim, yasal olan her türlü uyusturucuyu denedim, sürekli ictim, cektim, eglendim. Istedigim her seyi ama her seyi yaptim. Ancak hicbiri beni tren istasyonunda benden yiyecek isteyen evsiz gencin, cebimdeki az miktardaki ama o an sahip oldugum tüm parayi kendisine vermem üzerine bana siki siki sarilmasi kadar mutlu etmedi.

1 Şubat 2012 Çarşamba

Neden Richie Kotzen ve ben beraber olmalıyız?


Richie Kotzen'ın İzmir'de konser vereceğini buraya yazmamıştım değil mi? Hayret. Halbuki birkaç aydır sevinçten içim içime sığmıyor, takık insanlar gibi her gün gün sayıyorum, rüyalarıma falan giriyor. Bu abimiz -dilim varmıyor abimiz demeye, 24 mart sonrasında sıfatı her an değişebilir :p - gelmiş geçmiş en "underrated" müzisyen. Kendisi gitar virtüözü. İnanılmaz şarkılar yapıyor, bir o kadar da yakışıklı, sırma saçlı, muhteşem. En ünlü şarkısı da videodaki şarkı. Video pek kaliteli değil, ama en düzgün çıktığı video buydu, bunu koydum ben de.

Peki neden Richie ve ben beraber olmalıyız?

1-)İkimiz de sırma saçlıyız. Uzun ve kıvırcık saçları olanlar birbirlerini çok iyi anlar. Kullandığımız saç kremlerinden, saç köpüklerinden, bakım ürünlerinden konuşup yalnız olmadığımızı birbirimize gösteririz.

2-)Kendisi gitar virtüözü olduğundan bana gitarın bütün püf noktalarını öğretir, birlikte çalarız, grup kurarız. Nick Cave'le PJ Harvey gibi oluruz.

3-)Konserini Bornova'da verecek birini ancak bir Bornovalı anlayabilir. Duygularımız hakkında uzun uzun konuşuruz. Pijamalarımızla yatağın üzerinde karşılıklı oturup birbirimize şakalar yaparız.

4-)Birinin ona Küçük Park nargilesini denetmesi lazım. Türk kahvemizi içerken bir yandan tavla oynarız, bir yandan nargilelerimizi birbirimizin suratına üfleriz. Eğlenceli olur.

5-)Giyim tarzlarımız benziyor. Bu da demek ki ruh eşi olabiliriz.

Haksız mıyım yahu?

29 Ocak 2012 Pazar

Bir kalıp çikolata

Buraya atar yapmaya girecektim. Kasıntı insanlarla yarım saat dahi oturmanın insan bünyesi üzerine etkilerine dair bir yazı yazıp öyleleriyle dalga geçecektim. Bu insanların, bir biraya 15 tl verilmeyen eğlence yerlerinde rahat edemediklerini, söz dahi olmayan maksimum 10 saniyelik bir ritmin gece boyunca tekrarlandığı mekanlarda kendileri olabildiklerini, atkılarını göğüslerinde entel şekilde bağlamadan evlerinden çıkmadıklarını, paraları olduğunu sonuna kadar göstermek istediklerini ama buna rağmen hesap geldiğinde ceplerinde akrep varmış gibi davrandıklarını, sıradan içme yerinin onlar için sadece Kafe Pi denen bebelerden geçilmeyen salak yer olduğunu, renkli ve daracık kot pantolonlarının kızları etkilediğini düşünüp kendilerini havalı gösterdiğini sandıklarını, salaş yerlerde asla rahat edemediklerini, bir kız olarak yanlarında küfrettiğinizde sizi ayıpladıklarını, hayatı tozpembe sanıp başkalarının gerçek sorunlarını kafalarında bir kalıba oturtamayıp alaya aldıklarını, entelmiş gibi davrandıklarını, hatta entel olduklarına tüm kalpleriyle inandıklarını, hayatlarında doğru düzgün kitap okumamış olmalarına rağmen her konu hakkında çok doğru yorumları olduğunu sandıklarını yazıp atar yapacaktım; ama dolapta bir kalıp çikolata buldum. Koştum onu yedim.

22 Ocak 2012 Pazar

I'll Be There For You

Bon Jovi'yi severim. Hatta çok severim. "Bon Jovi deyince orada duracaksın" diyen arkadaşlarla çevrili etrafım. Erkek arkadaşlarımın geneli de çok severdi Bon Jovi'yi. Hatta onlar için çok özeldi her zaman. Hepsinin bir Bon Jovi hatırası vardı. Benim için de öyledir, çok özeldir. Geçenlerde biri "en sevdiğin Bon Jovi şarkısı ne?" diye sordu. Cevap veremedim. I'll Be There For You diyecekken Always aklıma geldi, oradan Queen of New Orleans, It's My Life, Wanted Dead or Alive... Dilim varmadı aradan birini seçmeye.

Neden bilmiyorum ama geçen yaz doğum günümde İstanbul konseri olan Bon Jovi'ye gidemedim. Nedeni hakkında ciddi anlamda en ufak bir fikrim yok. Doğum günümdü, işler biraz karışıktı, kiminle geçireceğim belli değildi, üstüne üstlük doğum günümü de kutlayasım yoktu... Ama Bon Jovi'den bahsediyoruz burada aq. Neden yani neden? Nasıl böyle bir şansı kaçırırım? Aklım almıyor. Hala anlamıyorum, yetmezmiş gibi çok pişmanım, akılsızlığıma yanıyorum.

Romantik komedileri pek sevdiğim söylenemez. Stresli olduğum zamanlarda iyi bir seçenektir, ama artık o zamanlarda bile gıcık ediyor beni, "inşallah kavuşamazsınız, gerzekler!" "sen film boyunca it gibi davran, şimdi de değerini anla. Yok öyle!" çemkirmeleriyle geçiyor benim için. Dün de sıkıntıdan ne yapacağımı bilemeyip yıllardır bilgisayarımda izlenmeyi bekleyen bir romantik komedi filmini izledim. Adı A Lot Like Love'dı. Diğerlerinin aksine sıkılmadan izledim, beğendim filmi. Aslında filmi beğenmemi sağlayan 2 unsur oldu. İlki, kız karakterin bir özelliğini en yakın arkadaşlarımdan birine inanılmaz bir şekilde benzetmemdi. Kız duygularını, aşkını sürekli bastırıyordu. Oğlanın evleneceğini duyana kadar da kafasına dank etmiyordu. Film boyunca "bu filmi ona izletmeliyim, en azından anlatmalıyım, of!" deyip durdum. İkinci unsur da zaten beni benden aldı. Kız, oğlanın ona uygun olmadığını, nedenlerden birinin de gitar çalamaması olduğunu söylüyordu. Bunun üzerine yakışıklı mı yakışıklı Ashton Kutcher'ımız da elektrogitar öğrenip kızın kapısına dayanıyordu. Gitar falan da değil, direkt elektrogitar. Zaten bu konuya takık durumdayım, elektrogitarı görür görmez eridim bittim. Tabii şarkıyı çalmaya başlayınca kalbimden vurulmuşa döndüm: Bon Jovi'den I'll BeThere For You çalıyordu. Bu kadar ayrıntı bana denk gelse sanırım oracıkta -en olmayacak adam bile gelse- ben evlenme teklifi ederim. Kız buna rağmen oğlanı reddetti ve benden orospu sıfatını kazandı. Neyse, sonunda tipik tatlıya bağlandı olaylar falan.

Bir romantik komedi filmi gösterdi ki benim en sevdiğim Bon Jovi şarkısı I'll Be There For You'ymuş. Dünden beri loop'a almış vaziyette dinliyorum. Şu dizeler yeter zaten:

I'll be there for you
These five words I swear to you
When you breathe I want to be the air for you
I'll be there for you

I'd live and I'd die for you
I'd steal the sun from the sky for you
Words can't say what love can do
I'll be there for you

3 Ocak 2012 Salı

2012

Bir yıl nasıl başlarsa öyle devam edermiş bokuna inanmadığımdan, sikim gibi başlayan 2012'nin muhteşem bir yıl olacağına inanıyorum.