22 Aralık 2013 Pazar

Bir insanın hayatında her şey yolunda giderken 1ayda nasıl bütün hepsi tepetaklak olur, her gün bir diğerinden daha kötü geçer? Boktan olan her şeyin timsaliyim adeta.

Düzelmesi dileğiyle,

Mathilde.

22 Eylül 2013 Pazar

Altın kızlar İstanbul'da

Geçen cumartesi annem ve ailecek çok yakın olduğumuz, annemin 3 arkadaşı bana geldiler İzmir'den. İkisinin kızları, en yakın arkadaşlarımdandır zaten. Arkadaştan, dosttan da öteyizdir hatta. Onlar da o sırada İstanbul'da olunca içim içime sığmadı 1 hafta boyunca. Tek başına yaşadığım küçük evim birden şenlendi, her odada ayrı gülüşmelerin, ayrı dedikodunun olduğu bir yer haline geldi.

Onun sevgilisi, onun tanıdığı, onun intihar edecek arkadaşı derken evde 9 kişi yaşadık. O kadar kişi için ne oturacak yerim, ne masam vardı. Yemekleri dönüşümlü yememek için eski usül yerlerde yedik, her akşam ya dışarda ya evde içip sarhoş olduk, sürekli güldük, devamlı başımıza gelenleri anlatıp eğlendik. Balık ekmek yedik, şarap içtik, biracıya gittik... Anneme Beşiktaş'ta takıldığım mekanları bile gösterdim. Rüya gibi 1 hafta oldu benim için.

Bu arada annemlerin de gezmedikleri yer, yaşamadıkları macera kalmadı tabi. Ailemin klasik ailelerden olmadığı gibi, aile dostlarımız da klasik ailelerden değil. Şehir turları atarken İETT şoförleri bunlara çay mı ısmarlamamış, taksi şoförleri Kanlıca'da yoğurt mu yedirtmemiş, gemi kaptanı gemisinde poğaça mı ısmarlamamış, dolmuş şoförü bunları istedikleri yerlere mi götürmemiş, taksi şoförleri tur rehberliği mi yapmamış... Daha neler neler. 4 kadın her akşam gezdikleri yerleri anlatırken "Mehmet Bey de şöyle yaptı, Emin Bey geldi, Murat Bey götürdü..." diyorlardı. O kadar arkadaş bellemişler herkesi.

Ve dün gece İzmir'e geri döndüler. Boşluğa düştüm birden. O kadar eğlenceli kalabalık, yerini sessiz bir pazara bıraktı. Daha önceki yazılarımdan biri kötü dönemden geçmemize rağmen kalabalık bir halde çok eğlendiğimizle ilgiliydi. Şimdi de öyle hissediyorum, tam bunalım günlerimin üzerine gelen annem ve dostlarımız hayatımın en güzel, en eğlenceli günlerini yaşattılar yine.

Hepimizin tipine, üstüne başına rağmen, bu fotoğraf hayatım boyunca çok önemli bir yere sahip olacak yaşamımda.




29 Ağustos 2013 Perşembe

Yeni hayatım

Uzun zamandır yazmıyorum buralara. Ne yazacağımı da bilmiyorum aslında yazılacak onlarca şey olmasına rağmen. İyiyim iyi olmasına ama güvensizim herkese ve her şeye karşı. Bazen o kadar baskın oluyor ki bu duygu boğuluyorum. Neden güvensiz hissettiğimi söylemeden bunları yazmanın bir anlamı olmaz tabi.

Hayatımı değiştirdim öncelikle tamamen. Ailemi, dostlarımı, akrabalarımı, büyüdüğüm ve taptığım şehri bırakarak İstanbul'a taşındım 4 ay önce. Yeni bir işe başladım burada. Kendi evim var. Kendim kazanıp kendim geçiniyorum. Geldiğimden beri yalnızlık çektiğim doğru. Yalnızlıktan hoşlanan biriyim aslıda, ama burada güvensiz hissettiğimden sevmiyorum yalnız olmayı. Babayla aynı evde yaşamak ne kadar büyük bir güvenceymiş. İnsanın başına hiçbir şey gelemezmiş gibi, gelse de baba halledermiş, üstesinden gelirmiş gibi. Şimdiyse başıma her an bir iş gelebilirmiş gibiyim. Korkuyorum.

Sevmiyorum İstanbul'u. Çok kalabalık, çok pahalı, tehlikeli insan dolu. İzmir'deki gibi kendim olamıyorum, istediğimi giyemiyorum, istediğim gibi davranamıyorum, istediğim gibi konuşamıyorum. Bu da beni kötü hissettiriyor. Yürürken pis pis insanların seni yiyecekmiş gibi bakması nedir bilmezmişiz biz İzmir'de. Zaten insanları ikiyüzlülüklerinden dolayı sevmezdim, iyice nefret eder oldum herkesten. Çok dengesizce davranıyorum, bunalımlı bunalımlı takılıyorum öyle. Eskiden yapmak zorunda olmadığım şeyleri yapmak da pek yardımcı olmuyor tabi. Her işle ben ilgileniyorum, her şeye ben koşuyorum doğal olarak.

Tabi her şey de kötü değil, aksine iyi sayılır aslında hayatım. İşimi çok seviyorum, birlikte çalıştığım insanları seviyorum, iş yerimi seviyorum, iş ortamımı seviyorum... Erken kalkmak da olmasa güle oynaya iş zamanı gelsin isteyeceğim (ha yine sabah olsa da işe gitsek dediğim doğrudur). İş arkadaşlarımla çok güzel bir arkadaş ortamı yakaladık. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmiyor, herkes çok eğlenceli, çok iyi. Her şeyi paylaşabileceğim insanlarla birlikteyim. Daha ilk zamanlarımızda birlikte biber gazı yedik, daha ne olsun. Kira da olsa sevimli bir evim var, para kazanıyorum, istediğim gibi harcıyorum. Şanslıyım aslında, tam olarak İstanbul ortamına alışsam, güvensizliğimi yenebilsem bunalım günlerim de bitecek.

Tamamen doğaçlama, aklıma ne gelirse onu yazdığım, yazdığıma ikinci kere bakmadığım, ilkokul dilinden hallice bir yazı oldu bu da. Neyse, son olarak zaten sevdiğim, ama buraya geldiğimden beri takık gibi dinlediğim şarkıların linkini koyarak yazımı bitireyim.









26 Nisan 2013 Cuma

Balık istifi

Birkaç yıl evvel, temmuz ayında gene İzmir'in bunaltıcı sıcaklarını yaşıyorduk. Hava o kadar sıcaktı ki içerideki odalarda uyuyamıyor, klima olan salona yatak atıp geceyi geçirmek zorunda kalıyorduk. Ben de çok ciddi bir ameliyat geçirmiştim, sıcakta ter içinde yatmak benim için iyi değildi. O sıralarda Portekizli bir arkadaşım da bizde kalıyordu. Maria, annem, babam ve ben dizilmiş sardalyalar halinde yatıyorduk salonda.

Bugünlerden bir akşam, teyzem eşiyle tartışma yaşadı ve evi terk ederek bize geldi. İlk eşinden olan kuzenim de onu takip etti haliyle. Onlara da salonda yatak açtık. Bir anda kendimizi altı kişi sıkış tepiş yatar bulduk. Teyzemin ayrılıyor haberi üzerinde diğer teyzem üzüntüyle bize geldi ve o da bizde kalmaya başladı kuzenimle. Zar zor sığdığımız salonda sekiz kişi balık istifi halinde yatmaya başladık. O sırada olaylardan habersiz olan şehir dışındaki teyzem bize sürpriz yaparak geldi ve ona da yer açtık salonda.

O yaz, dokuz kişi klimanın altında mülteci gibi yaşadık birkaç hafta. Teyzem eşinden boşandı, ben çok ciddi bir ameliyat geçirdim; ama her şeye rağmen hayatımdaki en güzel, en eğlenceli günler bütün aile birlikte uyuduğumuz o günlerdi. Hepimiz hala gülerek hatırlarız.

3 Mart 2013 Pazar

Ben ve dandik zevkim

İçinde çocuk naifliği, masalsılık olan yapıtlar her zaman ilgimi çekmiştir. Kitap olsun, dizi olsun, film olsun.. Zeka dolu ya da çok sağlam kurguya sahip yapımlar da olmasına gerek yok dediklerimin. Dandikliği seviyorum. Çoğu kişinin burun kıvırdığı şeyleri bayıla bayıla okuyup izliyorum ben. Verin bana dandik roman, film, kitap bütün günümü geçireyim bunlarla. Game Of Thrones'un binde bir kalitesinde olup Game Of Thrones'tan daha heyecanla beklediğim, izlediğim diziler var benim. Çoğu kimse adını sanını bile duymamıştır hatta. Bir yapımdan beklediğim şey elbette akıcılık, zeka, iyi bir kurgu; ama hepsinden ötesinde beklediğim şey naiflik ve masalsılık. Beni alıp başka diyarlara götürsün ya da ne bileyim içimdeki çocuğu ortaya çıkartsın, hile hurdadan çok saflık olsun içinde.

Türk dizisi izlemiyorum artık hep aynı konuları döndürüp aynı hikayeleri işlediklerinden dolayı. Ama zamanında izlediğim bir avuç Türk dizisinin büyük bir bölümü dandik, 3-5 yaşlı teyzenin izlediği dizilerdi. Hatta bir kısmı reyting azlığından iptal edildi. Ben de bir yapımın kötü olduğunu anlıyorum, ama içinde beni kendine çeken ufak bir parça bulduysam, azıcık da olsa çocukluğumdaki gibi gülümsetebiliyorsa ya da utandırabiliyorsa izliyorum onu.

Ne bileyim, içimdeki çocuk hala ölmedi sanırım. Çocukken sevdiğim filmleri hala bayıla bayıla izliyorum; o zaman okuduğum kitapların hala hayranıyım. Yerlerine başkalarını koyamıyorum.

Öyle işte. Once Upon A Time yarın yeni bölümüyle geliyor. Grimm de cuma günü ekranlara dönüyor. Mezarlık Kitabı da okunmaya hazır sayılır.

5 Şubat 2013 Salı

Sonra neden İngiltere'yi ve İngilizler'i bu kadar seviyorsun :,)



İçim ısındı :) İngilizler eğlenmeyi biliyor kesinlikle :,)

30 Ocak 2013 Çarşamba

Issız bir adaya düşsem..

Filmlerde, dizilerde, kitaplarda onlarca kez işlendi ıssız adaya düşen insan konusu. O kadar incelendi, ıncığı cıncığı çıkarıldı ki "ıssız adaya düşsen yanına alacağın kişiler" geyiğini yapmayan kalmadı. Konu belli: biri ya da birileri okyanus civarındayken fırtınaya yakalanır hoop ıssız adaya düşer. Bundan sonrası hayatta kalma mücadelesidir. Pek çok da örneği var gözümüzün önünde; bir klasik olan Robinson Crusoe kitabı, Castaway, çocukluğumuzun filmleri Mavi Göl (The Blue Lagoon) ve Mavi Göle Dönüş, tabii ki son yılların en klasiği Lost.

Bu yapıtlara gerçekten şaşırıyorum ben. Şunlardan herhangi birinin kahramanı olsam 2 gün dayanamazdım yahu. Kitapta adam 28 yıl yaşıyor bir adada, birinde 4 yıl, diğerlerinde hayat boyu, dizide ise aylarca, hatta yıllarca yaşıyorlar. Nasıl ya? Tamam gördük dizilerde, filmlerde nasıl yaşadıklarını da tekrar soruyorum, nasıl ya? Kendimi koyuyorum onların yerine, yok olamaz, başaramazdım ben.

Diyelim ki okyanus fırtınasıyla düştük bir tane tropikal adaya. Adamların ilk yaptığı şey "shelter" dedikleri barınak. Mavi Göl'deki yaptıkları barınak ne öyle? Bildiğin balkonlu 3+1 ev yapıyor adam. Yere parke bile döşemiş olabilir, o derece. Yetmiyor çatısını da yapıyor, güçlendiriyor. Bunun için tepelerdeki yaprakları alıyor, şekillendiriyor, bitiştiriyor, bağlıyor. Lost'takiler daha makul barınaklar. Ama onlar da ağaçları, dalları bağlayıp temeli olan barınaklar yapıyorlar resmen. Nasıl ya? Bunun için ip lazım önce. Ağaçlardan doğal ip yapmak lazım. Nasıl bu kadar kolay hallediyorsunuz? Ben hayatta bulamam o ipi. Bulsam bile bütün yaprakları, dalları birbirine kolaycana bağlayıp birleştiremem. Barınağım olmaz, kumda yatarım malak gibi. Ama adamları kesmemiş yaptıkları, Mavi Göl'de salıncak bile yapıyorlar.

Yemek arayışları var bir de. 10 küsür metrelik ağaçlara tırmanıp nasıl tropikal meyve toplayacağım ben? Ya da diğerlerinin yaptığı gibi nasıl balık avlayacağım? Balığın oltaya gelmesi normalde bile zorken, sadece sopayla nasıl yakalayacağım ben onları? İmkansız.1 haftaya açlıktan ölürüm ben. Ya da "aa şu çalıdaki  küçük dutlar ne güzel kokuyor, yiyeyim bari" derim ve zehirlenerek ölürüm. Her türlü ölüyorum yani. Zaten 2. günde ağlamaya başlarım makarnaaa diye.

İşin böcek, eklembacaklı  ve adı sanı duyulmamış sürüngen kısmı var bir de. Okyanustan çıkıp kumsalda kol geziyor bunlar. Lost'ta değinilmemiş bu duruma, ama bence en kötüsü olabilir. Kalp krizi mi geçiririm, kumsalda uyurken sokulup mu ölürüm, bilemiyorum. Filmlerde dost oluyorlar, ellerinde falan gezdirip konuşuyorlar halbuki.

Bir de her ıssız adaya düşenin yerlilerle ve yamyamlarla uğraşması gibi bir durum var. Yerli gene iyi de yamyamlar hala varsa ve ben onlarla karşılaşırsam Mavi Göl'e Dönüş'teki gibi sakin davranamam. "Ateşi söndürelim de burda olduğumuzu anlamasınlar" diyemem. Korkudan ölürüm öncelikle. Zaten yamyam görsem de tanımam, yardım ederler belki diye anlaşmaya çalışırken kendimi kurban edilirken bulurum.

Ateş olayı var bir de. Hadi diyelim balık tuttun, barınağı yaptın. E ateş ne olacak? Nasıl pişireceksin, nasıl ısınacaksın? Adada çakmak taşı deposu yoktur herhalde. 2 sopayı saatlerce birbirine sürterek mi ateş sağlayacağım? Oysa filmlerde ne de kolay ateş yakıyorlar. 2 taş ya da sopa bul hoop 2 dakika sonra yaban domuzu kazıkta döne döne pişiyor. Bir de yer ayarlıyorlar kumsalda, kurtarma ateşi için gerekli bütün yanıcı alet edavat orada. Ha yani 5 km ötede gemiyi gördüğün an o ateşi yakabileceksin, o kadar da iddialısın. Böyle bir durumda ateşi yakamayıp gemiyi de kaçırırım, kurtulma şansımı da.

Issız adadan herkes kaçmaya bakıyor, bunun için ise yapılan şey belli: sal. Sal yapma durumu için söyleyeceklerim barınak yapmayla aynı. Hatta sal çok daha zor, imkansız. Ama şöyle de bir durum var; hadi diyelim yaptın salı. Koca okyanus dalgalarına karşı nasıl sağ dursun o? İlk fırtınada boğularak öleceksin işte, belli bir şey bu. Benim götüm yemez o salla açılmaya. Açlıktan ölmek üzere adaya dönerim tıpış tıpış.

Gördüldüğü üzere her durumda ölüyorum. Issız adada tek başına, umutsuzca yaşamanın pek de manası yok zaten. Ateşi, barınağı, yemeği beceremeyerek en iyisini yapıyorum bence, evet. Fuck you ıssız ada.

25 Ocak 2013 Cuma

Pearl Jam - Black

Duygusuz, ruhsuz insanların arasında Pearl Jam'den Black sevmek gibi bir moda var. Serdar Ortaç gibi yaptığı "müzik"te ruh, duygu olmayan bir mahluğu dinlemesi gereken insanların rock'n roll dinlemelerine anlam veremiyorum. Hele hele Black'i sevmelerini hiç algılamıyorum. Hayatımda uzaktan ve yakından 2 insan tanıdım; tamamen duygusuz, ruhsuz, insanlara karşı çok kırıcı olan, kimsenin duygularını zerre önemsemeyen, maymun iştahlı, kendini beğenmiş, sıkılgan... İkisi de Black hastasıydı. Böyle duygusal parçaların çapulcuların favorisi olmasına dayanamıyorum.

"I know someday you'll have a beautiful life,
I know you'll be a star in somebody else's sky, 
but why, why, why can't it be, can't it be mine?" 

diyecekleri bir durum da söz konusu değil üstelik, herkesten "sıkılıp" terk eden, arkalarına bile bakmayan insanlar bunlar. Şarkının hangi kısmı çekiyor sizi bu kadar? Parçanın o pis megalomanlığınıza ters düşüyor olmasına rağmen herkes seviyor diye mi seviyorsunuz, nedir?

Gidin Serdar Ortaç dinleyin siz. Valla bak. Black'i de kirletmeyin, Pearl Jam'i de.

Atar yaptırdınız bana.

21 Ocak 2013 Pazartesi

Bugün hiç tanımadığım birinin bloguna girdim. Yazısını okudum, benimle aynı şeyleri yaşıyordu, onu çok iyi anlıyordum. Takip etmek istedim, arada başka bir tanıdık var diye edemedim. Ve bugün, hayatımda ilk kez hiç tanımadığım biriyle arkadaş olmak istedim. Kendisine çok şey derdim, ama en çok da şunu demek isterdim ona ve herkese: biraz gururlu olun, inatçı olun, gerekirse ucundan azıcık da kindar olun.

6 Ocak 2013 Pazar

Tanınmamak

Tanınmamaktan korkuyorum. Açık ve net. Aslında dediğim pek açık değil sanırım, yolda birinin seni görüp tanımaması ya da tanımamazlıktan gelmesi değil demek istediğim. Çok daha derin bir anlamı var. Tanımak; birilerinin -arkadaşının, ailenin, sevgilinin ya da herhangi bir tanıdığının- seni karakter olarak tanımak istemesi, bunun için uğraşması, seni okuyabilmesi, bakışlarının anlamını bilmesi. İşte ben bunun olmamasından korkuyorum, yakınımda olanların beni yüzeysel olarak bilip tanıyor sanması, içimi merak etmemesi, bilmek için tanımak için uğraşmaması.

Ketumum. Çevremdekiler "ne düşünüyorsun" diye sorduklarında bile doğruyu söylediğim azdır. Gerçekten güvenmeden, karşımdakini tam olarak tanımadan, aynı şekilde karşımdaki içimi dışımı bilmediği sürece o an kafamdan geçenleri bile paylaşmak istemem. Aslında çok yorucu, çünkü her şeyi içinizde yaşamak zorunda kalıyorsunuz; tanımak için çabalayan insan o kadar az ki. İnsanlara koyduğunuz set gerçek kişiliğiniz sanılıyor. Bazıları sizin sadece sert tarafınızı görebiliyor, bazıları eğlenceli tarafınızı, bazıları duygusal tarafınızı. Sadece bir tarafınız varmış gibi, hepsi birden siz olamazmışsınız gibi. Sizi tanımak için uğraşmıyorlar çünkü, gördükleri şeyin tek olduğunu ve kesinlikle göründüğü gibi olduğunu düşünüyorlar.

Geçenlerde yazdığım bir tivit üzerine arkadaşım benle konuşmak istedi "kimse anlamamış olsa bile bir şeylerin ters gittiğini anladım ben, senin satır aralarını çok iyi okuyorum, ne oldu?" dedi. Şaka yapmıyorum, belki de en mutlu olduğum anlardan biriydi; birisi sizi anlıyor lan düşünsenize! Siz ona bir kelime bile etmeseniz de o seziyor. Çünkü sizi biliyor.

Eski erkek arkadaşlarımdan biri senin karakterini çok seviyorum demişti. Şaşırmıştım, "beni anlamaya hiç çalışmadı ki, şöyle bir durumda ne yaparım ne hissederim diye sallama bir soru sorsam asla bilemez, ilgilenmez de zaten, bir iki huyuma dayanarak bunu söylüyor herhalde" demiştim. Haklıymışım da, bunu dedikten 1 gün sonra kötü bir şekilde ayrıldık. Yaşanan bir olay karşısında verdiğim tepkiye şaşırdı, "sen böyle mi yapardın, böyle mi karşılardın.. "a getirdi. Beni tanımadığını ikimiz de çok iyi bir şekilde anladık.

Dediğim gibi; tanımıyordu, uğraşmamıştı ve en önemlisi tanıyıp tanımamakla ilgilenmiyordu bile. O günden beri de tanınmamaktan korkuyorum. Çektiğim setin arkasında kalanların merak edilmemesinden, yüzeysel davranılmaktan, içimde olup bitenleri öğrenmek için çabalanmamasından korkuyorum. En basitinden, birisi ne düşünüyorsun diye sorduğunda gerçekten ne düşündüğümü rahat rahat söylemek istiyorum. Keşke her şeyi açık açık konuşabilen, her hissettiğimi aynen yansıtabilen biri olsaydım. Beni gören direkt tanısaydı, anlasaydı, ayrıca uğraşıya gerek olmasaydı.

Not 1: Sanırım yıllar olmuştu herkesin okuyabileceği bir yere içimi dökmeyeli, açık açık bir korkumu yazmayalı :/

Not 2: Şimdi yazıyı tekrar okudum da, çok yüzeysel bir korku gibi yazmışım. Ne kadar derin ve içime işlemiş bir korku olduğunu bir bilseniz...