29 Eylül 2011 Perşembe

Umutsuz olduğumuz anda

Yıllar önce bir hikaye okumuştum. Babası ve çocuğu balık tutmaya gidiyorlardı ve bir balık yakalıyorlardı. Yakaladıkları bu küçük balığı bir kovaya koyuyorlardı. Zaman geçiyordu, minik balık telaşlanıyordu. Ve sonunda balık ölmek üzereyken çocuk balığı alıp denize geri atıyordu. Babası bu hareketinin nedenini sorduğunda da "eğer bir gün o balık kadar çaresiz olursam, her zaman umudum olsun bir elin beni gelip kurtaracağına dair" diye cevap veriyordu. Beni çok etkilemişti bu hikaye.

Son 1 ayda tam 3 kez çok umutsuz hissettim kendimi. Hiçbir seferde o balık gelmedi ama aklıma. Battığım o kötü his ve umutsuzluğun içinden çıkamayacakmışım gibi düşünüyordum. "Tamam artık bitti! Benim için buraya kadarmış" dediğim her zaman olması öyle imkansız diye düşündüğüm şeyler oldu ki (hem de göz açıp kapayıncaya kadar!), o an yeniden canlandım ben. Sanki biri beni o balık gibi denize atıyordu durmadan. Her zaman bir umut var demeye getiriyordu.

Üçüncü umutsuzluğumu 1 haftadır yaşıyor(d)um. Daha az önce "keşke!" demiştim. Birden imkansız oldu gene. Ama aklıma o balık geldi bu defasında. Aklımdan hiç çıkmamasını umuyorum bu sefer.

24 Eylül 2011 Cumartesi

Cenabetlik

Sabahtan beri hiçbir şey yemediğinizi düşünün. Çok açsınız. Akşama doğru dışarıdan yemek söylüyorsunuz. Sancılı bir bekleyişin ardından cennetin sesi gibi gelen zil sesini duyuyorsunuz. Kapıya koşup anahtarı çeviriyorsunuz ama o da ne?! Kapı açılmıyor. Kilit inatla dönmüyor. 5 dakika, 10 dakika derken ciddi ciddi açılmıyor kapı. Adam da kapının önünde bekliyor. Adamı geçtim, içeride kilitli kaldınız ve evde yalnız yaşıyorsunuz. Siki tuttunuz yani. Ee ne bok yiyeceksiniz şimdi?

Evet eğer böyle bir durumla karşı karşıya kalırsanız yemeği getiren adamı aşağı indirin ve kapının anahtarını balkondan fırlatın. O açmaya uğraşsın. Başarıyorlar ama sonunda. Öyle yapın yani tavsiye ederim.

22 Eylül 2011 Perşembe

Eh bu da fena sayılmaz

Bu yazı şimdiye kadar yapmak isteyip de yapamadığım şeyleri yapma yazı olarak belirlemiştim. Bunu bilmiyordunuz tabii, şimdi öğrenmiş oldunuz (Sevil hariç hehe). Öyleydi benim için bu yaz.

Yapmak istediklerimden ilki dövme yaptırmaktı. Bir tane dövmem zaten var ama ikincisi Freddie olacaktı (Freddie Mercury demiyorum, Freddie diyorum. O kadar da samimiyiz artık). Dövme araştırmaları yaptım, birkaç kez yaptıracağım şeyi değiştirdim ve sonunda istediğim resmine karar verdim. Geriye dövmeci bulmak ve parayı denkleştirmek kalmıştı. Portre istediğimden ve bunu her dövmeci güzel yapamayacağından bayağı araştırdım. Ona sordum buna sordum, yolda tanımadığım dövmeli insanları çevirip sordum, güneşlenen insanların güneşi kestim ve sordum. Yeterince araştırmama rağmen nedense hiçbir yere yeterince güvenemedim. Bu arada para biriktirmeye devam edip aklıma yatan iyi bir dövmeci bulursam şak diye birden yaptırmaya karar verdim. Param vardı aslında, aşağı yukarı yeterdi de istediğim dövmeye, lakin yazı Çeşme'de geçirmek demek haftada 3-4 gün deli gibi para harcamak demekti. Her hafta dövme param azaldı, ertesi hafta yerine koymaya çalıştım. Eh, bu konuda pek de bir şey yapamadım yine de. En sonunda Ankara'dayken bir arkadaş vasıtasıyla dövme yapan birini buldum. Resmi gösterdim, yapabileceğini söyledi. Piyasanın çok da altında fiyat verdi arkadaşın tanıdığı olduğu için, ama nakit para istedi haliyle ve ben hazırlıksız yakalandım. O kadar miktar yoktu yanımda. Bu yazın yapılacaklar listesinin ilk sırasındaki maddeyi yapamadım yani. Uğraştım ama en azından. Bir de istediğim resmi buldum o iyi oldu. Tabii bu sırada dövme parasının da çoğunu yedim. Olsun, ilk maddenin yarısını yapmış kabul ediyorum kendimi.

Listenin ikinci sırasında elektrogitar öğrenmek vardı. Önce klasik gitarla mı başlasam yoksa direkt elektroyla mı bilemedim. Klasik gitar aldım önce bir tane. Birkaç kursla konuştum, o da olmadı. Çünkü devamlı olarak kaldığım bir yer yoktu. Çeşme'de kalıyordum, İzmir'e dönmek istiyordum, ama bu arada da sürekli Ankara'ya gidip geliyordum. Durum böyle olunca yaz bitimini beklemeye başladım. Bu arada da klasik değil elektrogitarla başlamak istediğime karar verdim. Arkadaşımın elektrogitarını ve amfisini aldım, sonrasında uygun bir kurs buldum İzmir'de. Konuştuk anlaştık ve kursa başladım 2 hafta önce. Şimdi dıngıdı dıngıdı çalmaya çalışıyorum evde.

Ucundan kıyısından yapmış sayıyorum 2. maddeyi. Geç de olsa başladım öğrenmeye ne de olsa. 2 hayalimden 1,5 tanesini gerçekleştirmiş sayıyor ve kendimi tebrik ediyorum. Evet.

16 Eylül 2011 Cuma

South Park Taşlaması

Hayatımda izlediğim en zekice işlenmiş çizgi filmlerden biridir South Park. Eleştiri anlamındaysa tartışmasız en tepesinde listemin. Bizim ülkemizde genellikle her şeye ve herkese gereksiz saldıran, küfreden, açık saçık, +18 terbiyesiz bir dizi olarak görülse de; derinlemesine anlamları olan özenle seçilmiş cümleler, çok zekice taşlamalar içeren, alakasız gibi görünen çılgın olayları birden günümüz olaylarına ve insan davranışına bağlayan dopdolu bir çizgi film. Güldürürken düşündüren cinsten. Evet, en çok da attığı taşların kafamıza kafamıza gelmesinden dolayı seviyorum. TV tarihinde görülmemiş derecede açık sözlü. Kimseden çekinmeden bütün çıplaklığıyla gerçekleri ortamıza fırlatabiliyorlar. Eleştirdiklerinin ise sınırı yok: Sistem, insanların kendisi, devlet, devlet adamları, dinler, İsa ve hatta Tanrı. Bir bakıma bütün oluşuma karşı çıktıkları oluyor; inançlarımızın, düşüncelerimizin neden bu kadar katı olduğunu sorgulamamızı sağlıyor. Son derece ütopik görünmesine rağmen gelmiş geçmiş en gerçekçi cümlelere sahip bir çizgi film var karşımızda. Birkaç örnek vermem gerekirse:


Sezon 8 Bölüm 8: Douche and Turd




South Park Elementary'de yeni maskot seçimi yapılacaktır, çünkü Peta "The Cows" yani "İnekler" maskotunu hayvanlara hakaret olarak algılamaktadır. Çocuklara bir liste dağıtılır ve o listeden bir maskotu seçmeleri gerektiği söylenir. O sırada bir öğrenci elindeki listeye bakarak şöyle der "Bu listede Hintliler diye bir seçenek var. Bu da bir hakaret, saldırı değil mi?" Öğretmen cevap verir:

"It's ok, Peta doesn't care about people".

Yani sorun değil, Peta zaten insanları önemsemiyor.

Devamda ise öğrenciler tarafından iki olası maskot seçiliyor ve bunlar arasında oylama yapılıyor. Maskotlardan biri "Giant Douche" yani dev dezenfekte suyu. Ama aynı zamanda douche kelimesi ahmak anlamına geldiğinden öğrenciler arasında bu kinaye çok beğeniliyor. Diğer seçenek ise "Turd Sandwich" yani boklu sandviç. Bu seçeneklerden hiçbirine oy vermek istemeyen Stan South Park'tan kovuluyor. Sonrasında Stan'le bir başkası arasında bir konuşma geçiyor ve Stan bir Douche(Ahmak) bir Turd(Bok) arasında seçim yapmak istemediğini, ikisinin de birbirinden beter olduğunu söylüyor. Bunun sonunda aldığı cevap ise şöyle:

"But Stan, don't you know, It's always between a douche and a turd. Nearly every election since the beginnig of time has been between some douche and some turd. They are the only people who suck up enough to make it that far in politics."

Anlamı ise zaten her zaman seçimlerde bir tarafın ahmak diğer tarafın da bok olduğu, zamanın başlangıcından beridir böyle olduğu, çünkü politikada o kadar ilerleyebilen kişilerin zaten iğrenç insanlar olduğu.


Sezon 9 Bölüm 8: Two Days Before The Day After Tomorrow



Stan ve Cartman hız motoruyla kunduz barajına çarparak yıkarlar ve sele neden olurlar. Kimseye bir şey söylemeyip olay yerinden hemen uzaklaşırlar. Barajın diğer tarafında yaşayan insanlar evlerinin çatısında hapis kalırlar. Devlet (ve insanlar) bir türlü yardıma gitmez ve vicdan azabı çeken Stan ailesine mahsur kalan insanlara yardım edilip edilmeyeceğini sorar. Annesiyle babası bu sırada sel felaketinin suçlusunu tartışmaya başlarlar, suçu çeşitli kurum ve kuruluşlara atarlar. Stan bunun üzerine şöyle der "But somebody's gonna help those people on their roof tops right?" Birisi onlara yardım edecek değil mi. Ailesinden gelen cevap ise hepimiz için çok düşündürücü:

"That's not important right now son. What's important is figuring out whose fault this is."

Yani bu önemli değil, önemli olan suçlunun kim olduğunu bulmamız. Tanıdık geldi mi?


Sezon 7 Bölüm 1: I'm a Little Bit Country



Savaş yanlıları ve karşıtları birbirlerine girerken, Stan, Kyle ve Cartman'a gazeteciler tarafından görüşleriyle ilgili sorular sorulur ve Amerika'nın kuruluşuyla ilgili pek bir şey bilmedikleri ortaya çıkar. Bunun üzerine öğretmenleri tarafından 1776 ile ilgili bir ödev yapmaları istenir. Amerika kurulurken savaş yanlısı mıydı değil miydi sorusunun cevabını ararlar. Cartman ödev için araştırma yapmak yerine kafasına bir şey vurarak 1776 yılıyla ilgili flashback görmeye çalışır ve bunu başarır da. Amerika'nın kurulduğu güne gider ve ülkenin politikasını Benjamin Franklin'in kendisinden öğrenir:

"We go to war and protest the war at the same time. Saying one thing and doing another. And we'll call that country: The United States of America."

Bizim ülkemizde böyle bir özeleştiri yapılsaydı sonucu hapishane olurdu en iyi ihtimalle. Bunlar sadece aklıma gelen birkaç örnek. Adamlar lafı gediğine oturtuyor valla.

12 Eylül 2011 Pazartesi

Son zamanlarda duyduğum en üzücü haber



Tüm sevenlerinin başı sağolsun. Gerçekten çok üzüldüm.

9 Eylül 2011 Cuma

Kediciklerim

Haziran ayında annem okulu bitirme hediyesi olarak sürprizi olduğunu, hemen Çeşme'ye gelmem gerektiğini söyledi. Ben de gene abidik gubidik bir şeyler aldığını düşünüp pek sallamadım, ama yine de ertesi gün Çeşme'ye gittim. Annem "sürpriiizzz" diyerekten bir kutu koydu önüme; içinde biri beyaz biri siyah iki tane avuç içi kadar kedi yavrusu, boyunlarında da fiyonk.. Gözlerime inanamadım, yıllardır kedi istediğimi bilen annem ölmek üzere olan bu kedi yavrularını bulmuş sokakta. Anneleri tarafından terk edilmişler. O da hemen kapmış getirmiş bahçeye.

Kedilerimle bu şekilde tanıştım işte. Önceleri annem "sadece senin için bak, normalde kedi sevmem biliyorsun" diyordu. Birkaç gün içinde hepimiz bağlandık onlara. "Eve asla giremezler" lafını yiyen bir annem, "bırakın atın şunları" lafını yiyen bir babam var benim. Her gün evin içinde eşyalarımızı karıştıran, dolaplarda kapalı kalıp geceyi orada mahsur geçiren, inatla çamaşır makinesine girmek isteyen kedileri bir güzel kabullendiler Çeşme'de. Artık kucak, yatak ve de ütü masası dışında bir yerde yatmıyor hanımefendiler.

Geldikten sonra 1 haftaya kalmadı ayaklandı kediciklerim. Hoplamaya zıplamaya, yemekleri doğru düzgün yemeye başladılar. Ancak bu sırada anne sütü içmedikleri için hastalandılar. İkisinin de tüyleri büyük miktarlarda dökülmeye başladı, suratlarında, ağızlarında yaralar çıkmaya başladı. Hele beyaz olan garibim hilkat garibesine döndü. Gözleri şişti, biri kapandı, vücudu kızardı.. Çantamıza atıp veterinere götürdük ikisini de. Doktorun verdiği ilaçları düzenli olarak kullandık, tamamen düzeldi bebişler.

Bu sırada gelip gidenimiz çok oldu tabi. Herkes "ay ben kedi sevmem, köpek severim" diyerek geldi, kedilerle sarmaş dolaş yatmak isteyerek gitti. Özlem duyarak geri gelenler mi ararsınız, sadece kedilerin nasıl olduğunu öğrenmek için arayanlar mı, fotoğraflarını isteyip özlem giderenler mi..

Şimdi kedilerim çok büyüdü, çok güzelleşti. Ancak onlardan ayrılmam gerekiyor. Hiç ama hiç istemiyorum, bunun için her türlü baskıyı yaptım ama babam İzmir'deki evde istemiyor onları. Ekim sonuna kadar rahatlar ama ekimden sonrası muamma. Onlar ev kedisi olarak yetişti, sokakta yapamazlar ki. Kendilerinden küçük sokak kedileri pençe attı mı nereye kaçacaklarını bilemiyorlar. Kuşlardan korkuyorlar, bir gün tavşan gördüler diye gece köşede bir yere saklanarak uyumuşlar. Ne köpek gördüler hayatlarında, ne yemek aradılar çöpte. Beyaz olan kafası okşanmadan uyuyamıyor, siyah olansa kucağa yatıp kıyafet emmeden.. Bir arkadaşım belki alabileceğini söyledi, o da kesin değil tabi. Çok üzülüyorum kedilerim gidecek diye çok!